NART
NART

GİRİŞ
Kullanıcı Adı

Şifre





>Üye Değilim     >Şifremi Unuttum

ETİKET BULUTU

MÜZİK ÇALAR
12
4WORED1.MP3
3
2
8

Nart Ajans Reklam

HABERLER / Cemiyet Haberleri

Notice: Undefined variable: db in /home/nart/public_html/arsiv.nartajans.net/function.php on line 6

Warning: mysqli_query() expects parameter 1 to be mysqli, null given in /home/nart/public_html/arsiv.nartajans.net/function.php on line 6
ABHAZYA GEZİ NOTLARI

АЉСНЫ'2005(ABHAZYA 2005) Elimden geldiğince, dilim döndüğünce Canlar Ülkesini anlatacağım.Ama aslında grup arkadaşlarımdan birinin 'Abhazya anlatılmaz yaşanır' sözüne de tamamen katılıyorum.Çünkü, yine bu gezi sırasında duyduğum ve çok hoşuma giden bir söz 'okyanustaki bir balığa bir fili ne kadar anlatırsanız anlatın o yine fili büyükçe bir balık olarak düşünecektir'.durumu tam olarak özetliyor. İstediğimiz kadar kitaplar,öğretiler okuyalım,istediğimiz kadar tartışalım hepsi boş.Yıllarca süren kominist rejim, bağımsızlığın ilanıyla yaşanan 1,5 yıllık acı bir savaş ve savaş sonrasında halen süregelen 10 küsür yıllık ambargo.Biz bunların hiçbirini yaşamadık. Komünizmi kitaplardan, savaşı televizyondan veya arada bir gördüğümüz savaş tanıklarından biliyoruz. Ambargoyu da hiç yaşamadık.Bütün bunların bir halkın düşünce yapısını,hayata bakışını,yaşam tarzını nasıl şekillendirdiğini hiçkimse yazamaz,hiçkimse anlatamaz inanın. Anlamak ve anlatmak için 13-14 günlük bir gezi de yeterli değil zaten, farkındayım. Bu yüzden özellikle daha önce Kafkasya'ya gitmemiş olanlardan yorum almak istemiyorum.Hassasiyetiniz için teşekkür ederim. 15.07.2005 CUMA 10 YILLIK RÜYAM GERÇEKLEŞİYOR Cuma sabahı havaalanına doğru yola çıktığımızda gördüm ki Abhazya'ya giriş problemi hala aşılamamış.Rus konsolosluğu transit geçiş vizesi vermişti oysa, buna rağmen gelmeyin deniyor.Bizse daha bir gün önce vizeyi almışız,yola çıkmışız bir kere dönüş yok artık.Yoğun bir telefon trafiği; 'gelmeyin-geliriz', 'giremezsiniz Abhazya'ya-havaalanında yatarız' tartışması sürüp duruyor.
30-09-2005 - kez okundu

15.07.2005 CUMA 10 YILLIK RÜYAM GERÇEKLEŞİYOR

Cuma sabahı havaalanına doğru yola çıktığımızda gördüm ki Abhazya'ya giriş problemi hala aşılamamış.Rus konsolosluğu transit geçiş vizesi vermişti oysa,buna rağmen gelmeyin deniyor.Bizse daha bir gün önce vizeyi almışız,yola çıkmışız bir kere dönüş yok artık.Yoğun bir telefon trafiği; 'gelmeyin-geliriz', 'giremezsiniz Abhazya'ya-havaalanında yatarız' tartışması sürüp duruyor.

İsimlerini tek tek yazmayacağım; her fırsatta eleştirdiğimiz, eksiklerini ağzımıza sakız yaptığımız kişilerin o yoğun çabasına şahit oldum.Hem maddi açıdan (dernekten bir büyüğümüzün o sabahki yurtdışı görüşmesi benim yol paramı geçmiştir eminim) hem de manevi açıdan Allah yardım etsin demekten başka yapacak bir şeyim yoktu.Öğrendim ki her seferinde aynı şeyler yaşanıyormuş.Vizeler çok geç veriliyor, vize verilsede yola çıkmadan once,havaalanında ve sınırda mutlak bir problem çıkıyormuş.Diğer taraftan biz acemi yolcular da 'Birgün öncesine vize mi bırakılır, daha once niye almadınız diye sızlanıp duruyorduk. Atayurduma kavuşmamda emeği geçen;başta İlhan bey olmak üzere herkese tekrardan teşekkür ederim.

Saat 11:00'de kalkması gereken uçağımız bir rötarlı bir şekilde 12:15'da kalktı.Uçak biraz tuhaftı doğrusu,şehirden civar ilçelere kalkan otobüsler gibi biraz pis,eski,herkes istediği yere oturabiliyor.Gerçi o anlarda insanı öyle bir heyecan basıyor ki tek ayak üzerinde bile gidebilirdim hiç önemli değildi.Uçuşumuz başladı,yolculuğumuzun 1 saat 20 dakika kadar süreceğini öğrendim.Ama vakit geçmiyor nedense.Sanki 140 yıl önce dedelerim,nandularım değil bendim sürgüne gönderilen.Sohum sahilini düşünüyordum, sahilde kalanları,kırık dökük filikaların sahilden uzaklaşmasını.İnanılmaz bir özlem vardı içimde;sanki yıllarca saklamıştım ama artık yüreğime sığmıyordu.İnanılmaz bir gurur yaşıyordum,140 yıllık mücadelemin sonunda kazandığım bir başarıydı toprağıma dönmek.İnadına dönmek. Tuhaf bir şekilde ölümden korktum ilk kez,bu kadar az kalmışken uçak düşerse,birşey olursa...Çok tuhaf duygular bunlar gerçekten.

13:30'da eski Ubıh yurdu olan Soçi havaalanına indik.İnmeden önce uçakta birer kağıt doldurduk.Abhazya'ya transit geçiş yapacağamızı işaretledik.Uçaktan inerken uçağın yanına gelen sivil bir arabadan kameraya alındığımızı gördük.Eh ne de olsa muhaciriz,tehlikeliyiz. Ne kadar önemli olduğumu hissettim.Meğer bunca sene beklemeden, yürüyerek te olsa daha önce gelmeliymişim.İnadına gelmeliymişim topraklarıma.

Havaalanı binasına girdik,pasaport kontol yapılan 3 kabin vardı.Önce Rus vatandaşları alındı kontrole.Biz beklemeye başladık.Sıra bize geldiğinde Abhazya'ya transit geçiş yapmak istediğimiz için içeri alınamayacağımız söylendi.Ve İstanbul'da uçağa biniş öncesi yaşanan süreç tekrar başladı.Beklemeye başladık.

Açıkçası vize işlemlerine bulaşmadım,uçak bileti alımına da,oraya indikten sonra da sadece bekledim.Benim için bütün zorluk bundan ibaretti.Yani giderken yanınıza bir kitap veya wolkmen;biraz bisküvi yada hazır kek tarzı yiyecek ve biraz su almanızı tavsiye ederim.Ve tabi size önderlik eden yetkili kimse onun dediklerine kulak vermek lazım.İnsanlar zaten bir sürü bürokrasi ve abukluklarla uğraşırken gereksiz asabiyet ve sızlanmalar onları zora koşmaktan başka bir işe yaramıyor inanın.

Birkaç saat sonra pasaport kontorüle alınmaya başladık,sonra bagaj kontrol ve tekrar evrak kontrol.Havaalanın arka kapısına ulaştığımda Kültürel tatil projesinin evsahiplerinden Alina hanım hasretle kucakladı beni,sonra da Nona ile tanıştık.3 minibüs bizi bekliyordu. Kontoller bittikten sonra nihayetinde 19:50'de yola çıkabildik.Adler sınırına doğru 20-25 dakikalık bir yolculuk yaptık.Eski Ubıh yurdunu yarım yamalak görebildim.Yemyeşil bir ormanın içine kurulmuş bir kasaba gibiydi.

Sınıra vardık sonunda,iyice heyecan bastı.Birkaç saatte burada bekledik.Ve tekrar bagaj kontrol,pasaport kontrol. Onların son pasaport kontrol noktasını geçtikten sonra genişçe bir koridordan kendi sınır noktamıza yürüdük.Daha doğrusu koştuk.Ellerimizde bayraklar vardı. Tam 22:06 idi sınırı geçtiğimde.Küçük bir curcuna koptu.Alkışlar,sevinç çığlıkları...Bir sürü insan bizi bekliyordu. Oradaki çalışanlar ve bizi karşılamaya gelenlerle hasretle kucaklaştık uzun uzun.Yıllardır birbirini görmeyen akrabalar gibiydik.Sırf sınırdan geçiş anını yaşamak için değil 6-7 saat günlerce haftalarca beklenir inanın.

Sonra bizi bekleyen minibüslere doluştuk.Başkent Sohum, sınırdan 2 saat kadar uzaktaymış. İnanılmayacak kadar süratli bir yolculuk yaptık.Önce Gagra'dan,sonra Pitsunda,Gudauta ve Novi Afon'dan geçerek Sohum'a ulaştık.Şehir merkezini geçtikten biraz sonra arabalarımızın kornaları çalmaya başladı.Kalacağımız Abhazya Oteline geldiğimizi anladım. Otelin önünde durduk nihayet.Her taraf bayraklarla balonlarla süslenmişti.Bir sürü insan,çoluk çocuk saat 12'yi geçtiği halde bizi bekliyorlardı.Biz otelin bahçesine girerken çocuklar müzisyenler eşliğinde dans etmeye başlamışlardı. Hepimiz ayrı ayrı kucaklaştık,öpüştük.Karşılama faslı uzun sürmedi, 'şimdi yorgun ve açsınız yarın uzun uzun tanışır,hasret gideririz' diyerek bizi yemek salonuna aldılar.Yemeğimizi yedikten sonra odalarımıza yerleştik.Uyumadan önce balkona çıkıp uzun süre şehrimi seyrettim.

SOHUM'DA İLK GÜN

Cumartesi sabahı kahvaltımızı ettikten hemen sonra ziyaretçilerimiz gelmeye başladı. Gelenlerden Valeri isimli dünya tatlısı bir amcamız bizi Sohum'da gezdirmek istediğini söyledi. Gruptan 3 kişi bir de Valeri dolaşmaya çıktık.Hem Valeri'nin hem bizim bozuk ingilizcemiz, 10-15 kelimeyi geçmeyen Abhazcamız ile işaret dilinin de yardımıyla gayet güzel anlaştık.

Caddeler oldukça geniş ve temiz.Araç sayısı çok fazla değil.Çok lüks markalara ender rastlanıyor. Çoğunlukla,buradaki Murat 124 tipinde yerli arabalar,Lada 'lar var.Toplu taşıma aracı olarak traleybüs ve minibüsler kullanılıyor.Caddeye çıkar çıkmaz, akşamki sınır-Sohum arasındaki süratimizin genelgeçer olduğunu gördük.Çok uzaktan da olsa bir aracın geldiğini görüyorsanız caddeye adım atmayacaksınız.Zaten yaya geçitlerindeki tabelalarda koşan adam resmi var.

Önce otelin çok yakınındaki eski sinemayı gördük.Savaşta bombalanmış,kullanılmayacak durumda.Hemen ileride Sanatoryum adı verilen Rusların kullandığı alan var.Valeri otelin gerisinde de BM üssü olduğunu söyledi.Şehirde dolaştıkça gördük ki şehrin neredeyse üçte biri harap durumda.Savaşta ağır hasar almış,birçoğu boş.Ambargodan dolayı onarılamıyor. Dünya Abhaz Birliği tarafından açılan ve ambargonun kaldırılması açılan kampanyayı hatırlatırım tekrar :www.akpinarim.net/abhazya/ .

Daha sonra sahile doğru yürümeye başladık.Sahilde bir anıtın önüne geldik.Anıt taşının üzerinde kurşun izleri vardı.Gürcüler ateş etmiş.Sürgün anıtıymış. 'Unutmadık' dedi Valeri, 'işte bu sahilden gittiler'.

Daha ileride büyükçe bir parkta bir mezara gittik sonra.Mezar taşının üzerindeki Bagrat ismini okuyabildim.Geçen yıl vefat eden eski Cumhurbaşkanı ve ünlü bir yazar olan Bagrat Şinkuba'nın mezarı.Son Ubıh adlı kitabı okuduğumu söyledim,Valeri inanılmaz sevindi. Başka kitapları da var,onları da oku dedi.

İleride tiyatro binasını ve parlemento binasını gördük.Sonra da çarşıya doğru gitmeye başladık.Çarşıya varmadan bir dedeyle karşılaştık.Valeri'ye bizi sordu. Valeri'nin söylediklerinden anladığım Turkıtula muhacır (Türkiyedeki muhacirler) oldu. Dede boynumuza sarıldı,ellerimizi tuttu uzun süre.Uzun uzun birşeyler anlattı,Valerinin çevirisi ve bizim anlayabildiğimiz ise oldukça kısıtlı ama çok anlamlı oldu: 'Size hoşgeldiniz demiyorum çünkü kendi ülkenize geldiniz.Başımıza bir felaket geldi ayrıldık,çok sıkıntılar çektik.Hiç unutmadık. Ama artık rahatız,savaşı da kazandık,bayrağımız özgür,rahatça vatanınıza dönebilirsiniz,Bir atasözü vardır;insan kendi toprağında ölmeli.Kendi toprağımızda yaşayıp, ölebiliriz artık'.

Dedeyle vedalaşıp şehir gezintimize devam ettik.Çarşıya yaklaştıkça hemen her sokakta Valeri'yi tanıyan birileri çıkıyordu.Ve hepsiyle de tanıştık,selamlaştık,kucaklaştık. Çarşıyı gezdik.Postaneyi,bize en çok gerekecek yer olan Demografya'yı gördük.Alışveriş yapabileceğimiz yerleri gördük.Vitrin olayı olmadığı için nerenin ne dükkanı olduğu belli değil. Gerçi birkaç dükkan gezdikten sonra gördük ki dükkanlarda giyimden ilaca,besin maddelerinden parfümeriye kadar herşey var.Döviz büroları ayrı,bir de kitapçılar.Trabzon'dan gelerek yerleşen bir tüccarla tanıştık sonra.

Çarşıdan sonra pazara gittik.Sabah erkenden açılan ve öğleden sonra hayatın durduğu pazar yeri oldukça kalabalıktı.2 katlı bir bina,içleri sabit pazar görünümünde tezgah tezgah ayrılmış. Binanın ön ve arka tarafında yine sıra sıra tezgahlar var,yan tarafında ise tezgahtan ziyade yerlere açılan çuval veya büyük örtülerin üzerine her nevi mal bulunuyor.Bir döviz bürosunda biraz dolar bozdurduk. 1 $ =28,3 ruble.Satıcıların büyük kısmı Rus,Ermeni vb. Genelgeçer dil rusça.Pazarda tekstilden,meyva-sebzeye,çiçekten hırdavata kadar herşey var. Çiçeğin önemli bir sektör olduğunu öğrendim.Ev ziyaretlerine, cenazelere çiçek mutlaka gidiyor. Doğumgünlerine de çok önem veriliyormuş.Pastacılık sektörü de önümüzdeki yıllarda çok popüler olacak eminim.Pazarın pasta-çörek bölümünde elde yapılmış,hepsi birbirinden güzel pastalar,kurabiyeler,kek çeşitleri alıcılarını bekliyor. Pazarın karşı tarafından 4-5 katlı bir alışveriş merkezi daha var.ilk iki katını gezdim ben.Daha düzenli,ortada yan yana kurulan tezgahlar,kenarlarda dükkanlar var.Ama fazla rağbet görmüyor.Pazarın yeri apayrı.Ama hatırlatmakta yarar var, tüm devlet kurumları ve dükkanlar gibi pazar da öğleden sonra kapalı.

Valeri'nin bize aldığı cevizli çörekleri yedikten sonra otele dönüş zamanı geldi.Pazara çok yakın olan minibus durağına gittik.Minibüs ücreti bizim otele kadar 10 ruble,çarşı-otel arası 7 ruble.Valeri bizi otele bıraktıktan sonra gitti.

MUHTEŞEM RİTSA GÖLÜ

Abhazya'daki ilk gezimiz Ritsa Gölü oldu.Sabah kahvaltıdan sonra minibüsümüz geldi ve yola koyulduk.Şöförümüz Slovik'le tanıştık.Slovik, Hitlerin zulmünden kaçarak Abhazya'ya yerleşen Polonya kökenli bir Abhaz.Abhazca konuşuyor,geleneklere bağlı,çok sıcakkanlı ve çok misafirperver.Kaldığımz gezi boyunca şehirdışı gezilerimizde bulundu,verdiğimiz paranın yarısını da bize birşeyler ikram etmek için harcadı.

Pitsunda taraflarından Kafkas sıradağları tarafına doğru bir yola girdik.Üstü sis tabakasıyla örtülü bir derenin yanından epeyce tırmandık.Yolun yarısında,küçük bir göletde bulunan dinlence merkezinde durup alışveriş yaptık.At üstünde kılıç ve tüfekle ,ayının pençeleri arasında vb. resimler çektirdik.Bu tür dinlenme yerlerinde mutlaka bir seyyar fotoğraf stüdyosu var.Fonlar geleneksel kıyafetler giyerek binebileceğiniz bir at;doldurulmuş ayı,kurt,tilki veya rakum; canlı yavru ayı(ben oynadım biraz ama yavru da olsa ayı kuvveti hissediliyor);tavus kuşu;şahin...Bunlardan birinde Türkiyeden gelen muhacir olduğumuzu öğrenen bir Abhaz aile fotoğraflar için bizden para almadı ve ikramlarda bulundu.

Dağlara tırmanmaya devam ederken atlı çobanlara selam verdik.Daha tepeye ulaşmadan 1.700 küsür metrede bir gözetleme kulesi var.Yola hakim bir noktada kurulmuş.Orada bulunan balcı dede; uzun uzun manzara seyretmemizi bekledikten sonra bizi biraraya topladı ve tercümanımız aracılığıyla anlatmaya başladı.Bir balcı dedenin bu kadar derin bir tarih bilgisinin olabileceğini düşünmediğimden ve sadece sattığı balları anlatacağını sanarak, en başından not tutma gereği görmedim.sonradan çok pişman oldum tabi.Milat öncesi devirlerden yakın zamana kadar,toplam ekilebilir tarım arazisinden diğer doğal kaynakların zeverv miktarlarına,tüm geçim kaynaklarından Abhazyanın jeopolitik önemine kadar herşeyi anlattı.Ve sözlerini 'Bu topraklar hepimizi besler görüyorsunuz,toprağınıza dönün,bu güzel toprakların bu zenginliklerin başkasının eline geçmesine izin vermeyelim.Ben ;gelip oturması şartıyla kim isterse toprağımın ve hayvanlarımın yarısını vermeye hazırım.'diyerek bitirdi.O da bütün halk gibi yabancıların toprak almasını,turizm tesislerini işletmesini istemiyordu. (Sihirli kelimeler ambargo,Türkiye ile denizyolunun açılmaması,nüfusun az olması).Ve o da herkes için dönmemiz için ne gerektiğini düşünüp duruyordu.

Bir krater gölü olan Ritsa 2.000 küsür metrede.Daha önce çok resmini görmüştüm ama Ritsa'nın bu kadar muhteşem bir yer olacağı hiç aklıma gelmezdi doğrusu.Yemyeşil dağların ortasında zarif bir inci gibi duruyor.Gölü çevreleyen dağların tepeleri sisle kaplıydı,bazılarının eteklerinde kar vardı hala.

Gölün kenarında Abhazlara ait bir kır lokantasında karnımızı doyurduk.Sonra da gölde pedallı botlarla gezinti yaptık.Alışveriş için birkaç dükkan ve birkaç tezgah da mevcut.Canlı ayı bolluğunu görüp böyle giderse yabani hayvanların nesli tükenir diye endişelendiysem de bunların yakalanıp bu şekilde sergilenmesinin av turizmini canlandırma yöntemi olarak düşünüldüğünü öğrendim.Ayı,geyik,yaban kedisi.... akla gelen her av hayvanı bol miktarda mevcutmuş ve Sovyetler Birliği zamanında av turizmi başlıca gelir kaynaklarından biriymiş.

Gölün yanından,dar bir yoldan dağa doğru tırmandık.Göle akan bir nehirde, muhteşem bir şelalede fotoğraf molası verdik.Yolun devamında Yeltsin'in daçası (yazlığı) varmış.Ama oraya kadar gitmedik.Şelalenin buz gibi suyundan içtik ve dönüş başladı.Muhteşem Ritsa'ya doyamadım doğrusu.Tekrar gitmek istediysem de fırsatım olmadı.

GAGRA VE PİTSUNDA

Kuzeydeki ilk yerleşim yeri Gagra.Yaşam alanı çok kısıtlı,dağlara çok yakın çünkü.Epeyce dolaştık. Kuc-a sülalesinin topraklarını gösterdi rehberimiz.Karayolunun sağında ve solunda görkemli binalar,oteller var.Ülkenin en büyük alışveriş merkezi de burada. Burada yerleşik Abhaz sayısının çok az olduğunu öğrendik,çoğunluk Ermeniler ve Ruslarda.Oteller Ermeni ve Ruslar tarafından kiralanıyor ve işletiliyor.Savaştan en az etkilenen yerler buralar sanırım.Ancak kiracılar binalara tamirat ve tadilat yapma gereği duymuyorlar. Hem Gagra'daki hem de Pitsunda'daki oteller gerçekten görkemli.Aralarda büyük kumarhaneler var ve eğlence yerleri var.

Gagra sahilinde bir lokantada karnımızı doyurmak istediysek de başarılı olamadık.Zaten inanılmaz yavaş olan servis burada hepten yavaştı ve bizim yiyeceğimiz türden birşey (Haçapur,sığır veya tavuk eti) bulamadık.

Pitsunda daha geniş mekan üzerine yayılmış.Burada da çok büyük oteller var.Çok bakımlı, resmen gıcır gıcır bir otel var burada,memleketin en lüks oteli dediler, Mehmet Emin Karamehmet'e aitmiş.Pitsunda 'da geyik parkını gördük ve elimizle besleme imkanı bulduk. Tarihi bir kilisede klasik müzik ve Abhazca Arya dinleme fırsatımız oldu.Kilisenin o şahane akustik ortamında sanatçılarımızı izlemek hayli keyifliydi doğrusu.

Deniz inanılmaz berrak,sahili temiz.Deniz meraklılarına tavsiye edilir.Grup arkadaşlarım denizin tadını çıkartırken ben keşif gezisini tercih ettim.Sahil boyunca yürüdüm önce. Gorbaçov'un daçası(yazlığı) güzel görünüyordu ama içeri giremedim. Sahilin üst kısmında sıra sıra tezgahlar kurulmuş,her türlü hediyelik eşya mevcut. Şişeyle satılan halis ayı yağı ilgimi çektiyse de Çerkesk bölgesinden çalışmak için gelen bir dede ve torunundan keçeden dokunmuş başlık almayı tercih ettim.

Geçen seneye göre turist daha bolmuş,satıcılar sevinçli.Geçen yıl Gürcistanla savaş söylentisi çıkmış (bu söylentinin kasıtlı olarak çıkarıldığı düşünülüyor),bu yüzden turist fazla olmamış. Hem Gagra ve Pitsunda,hem de Sohum için turist çok önemli.En önemli sorunlardan biri de gelen turistin parasız olması.Zengin turist için otellerin ve turistik işletmelerin daha modern olması gerek,daha çok restoran,daha çok dükkan gerek.Tabii bunlar için de para gerek.Bir kısır döngü yani.

Güzeldi Pitsunda,en çok hoşuma giden görüntü de bir Rus gencinin Abhazya bayraklı ve haritalı tişört giymiş haliydi.

GUMISTA KÖPRÜSÜ

Gagra ve Pitsunda şehirlerinde hep sahil yolundan ilerliyorsunuz.Sonra Gudauta ve Novi Afon'un yakınından geçip dağlara yöneliyorsunuz. Kaynanadili adı verilen dik ve çok virajlı bir yoldan geçiyorsunuz. Karşınıza ulu dağların arasından süzülen,yaz dolayısıyla suyu fazla olmayan kocaman bir nehir çıkıyor. Ve büyük bir köprü.Buradan geçtiğiniz zaman Sohum'a vardınız demektir.

İşte bu geçitteki köprünün adı Gumısta Köprüsü.1992-93 Gürcistan savaşında en son savaşılan yer.Ve savaşın kaderini değiştiren yerlerden biri.Savaş sırasında köprünün bir tarafında Gürcüler, diğer tarafında Abhazlar varmış.Gürcüler bu köprüyü geçmek için çok uğraşmış. Tahmin edebileceğiniz gibi çok şehit verilmiş ama köprü,yani Sohum yani Abhazya verilmemiş.

Köprünün karaya bağlantı noktasında kayalıklar ve dağlıklar başlıyor.Köprü çıkışındaki bu kayalara şehitlerin mezarları yapılmış.Her mezarda burada şehit düşen Abhaz gençlerinin isimleri ve resimleri, resimlerin önlerinde taze çiçekler var,yanık bırakılmış sigaralar ve şarap kadehleri. 'Unutmadık' anlamına geliyormuş. Şöförümüz Slovik de bir sigara yakıp bir mezarın önüne bıraktı.Biz sadece dua ettik.Şehitlerimiz için ve Allah bir daha öyle bir acı yaşatmasın diye dua ettik.

ABHAZ ŞEHRİ GUDAUTA

Abhazya'nın doğal güzellikleri anlatmakla bitmez,her bir karış toprağı birbirinden güzel memleketimin. Ama kültürümüzün yaşatıldığı,huzur içinde çoluk-cocuk büyütebileceğiniz bir yer derseniz benim gördüğüm tek adres var Gudauta.

Düzce'nin daha büyüğü,daha düzenlisi,daha temizi ve epeyce bir daha güzeli diyebilirim. Yeşillikler içinde özgün Abhaz mimarisiyle yapılmış evler var.Sohum'a göre de çok daha temiz, bakımlı.Nüfus Abhazlardan oluşuyor.Savaştan her bakımdan en çok yara almış şehir burası.Simsiyah yas kıyafeti giymiş analar görüyorsunuz ortalıkta.Tek oğlu olupta onu kaybeden anne;bir ömür boyu giyiyor bu yas kıyafetini.Başka oğlu olan birkaç hafta sonra yas kıyafetini çıkartıyormuş,ölenin yası yaşayana geçmesin diye.

İlk olarak savaşta Türkiye'den giderek şehit olan kardeşlerimizin mezarlarını ziyaret ettik. Hanefi,Bahadır,Zafer ve Efkan kardeşimiz için açtığı mezara bir-bir buçuk ay sonra kendisi gömülen Vedat. Ve sonrasında gittiğimiz savaş müzesinde vasiyetnamelerini okuduk.Sarı bir saman kağıda şehit düştükleri takdirde şartlar ne olursa olsun bu topraklarda gömülmek istediklerini yazıp imzalamışlar.

Ne savaş müzesi ne de müzenin önüündeki parkta bulunan anıtmezar günlerce çıkmadı aklımdan.Gal bölgesindeki; çoğunluğu 0-1 yaş arası çocuk,kadın ve az sayıda yaralıyı tahliye etmeye çalışan BM helikopterini düşürmüş Gürcü askerleri.Helikopterde çoğu çocuk 84 kişi varmış. Kurtulan olmamış.Cesetler tamamen yandığı için ayrı ayrı gömmek te mümkün olmamış.Topluca gömülmüşler,savaş sonrası bu anıt yapılmış.Anıt;uzun bir sütunun önünde yatan kavrulmuş insan figüründen oluşuyor, mimarının bir Abhaz olduğunu öğrendik. Anıtın ön tarafında da ölen kardeşlerimizin isimleri,doğum tarihleri yazılı,sıra sıra.Oku oku bitmiyor, doğum tarihlerine bakmaya can dayanmıyor.Birkaç aylık bebeklerin sayısı o kadar fazla ki.

Müzenin bir odasının tüm duvarları savaşta şehit düşenlerin resimleriyle dolu,tabii sadece Gudauta'lı şehitler.Her şehirin kendi savaş müzesi veya anıtı var çünkü.Görevli bayan 'nüfusumuz çok azaldı' diyor.Resimlerden görterdi, 45 genç ailesinin tek erkek evladıymış,60 küsür aileden baba-oğul birlikte şehit olmuşlar.savaşa giden bayanların da resimleri var. Bir de Gürcü bir bayanın resmi vardı,hikayesi çok feci. 23-24 yaşlarında sanırım gazetecilik yapıyormuş. Yapılan soykırıma,çocukların kadınların öldürülmesine isyan etmiş,bunun üzerine elleri,dili kesilerek gözleri oyulmuş ve iç organları deşilerek öldürülmüş.Bizimkiler yüklü bir fidye vererek talihsiz kızcağızın cesedini alarak burada defnetmiş.Savaş şehidi olarak resmi koyulmuş buraya.

Müze görevlisi bayan kaybolanların da çok fazla olduğunu söyledi.Ne ölüsü,ne dirisi bulunamıyan birçok kişi varmış.3-4 canlı Gürcü esir karşılığı bir Abhaz cesedi alınabiliyormuş savaşta. Ve daha ne hikayeler.Abhazya'da zaman kavramı 'savaştan önce' ve 'savaştan sonra' şeklinde.Sebebini Gudauta'ya gelince çok iyi anladım.Çekilen acıların 12-13 yılda unutulamıyacak kadar derin olduğunu.BM helikopterinin kalıntılarından çıkan yarısı yanmış bebek tulumunu görünce hepimiz anladık savaşın daha uzun süre unutulmayacağını.

Hem Gudauta'ya hem de savaş müzesine daha çok vakit ayırmak gerekiyormuş,onu anladım. Müzede incelenecek çok şey vardı.Mesela,40-50 yıllık fotoğrafları büyük albümlerde toplamışlar,yüzlerce eski fotoğraf.Hepsine bakamadım tabiki.

NOVİ AFON

Ana yol üzerinde muhteşem bir çay bahçesi var,bir havuzun yanıbaşında.Kuğular yüzüyor, havuzun bir tarafında küçük bir derecik,patika yollarla tüm havuzun etrafını dolaşabiliyorsunuz. Tek kelimeyle harika bir yer,közde pişirilen kahvesi de çok güzel. Gidecek olanlara tavsiye olunur.

Bu parkın biraz ilerisinde, oluşturulan bu yarı suni güzelliğin doğal hali var. Küçük,tarihi bir kilise ,önünden gürültülü bir nehir akıyor, yukarısında büyük bir şelale var,şelaleye takılıp kalmamak lazım.Daha yukarıda bir koy oluşmuş,su çok durgun,bir göl halini almış neredeyse. Gölün yanında şimdi kullanılmayan bir café tarzı bir yer var. Her yer yemyeşil,kuş cıkırtıları arasında biraz daha çıkıyorsunuz yukarı,arkada demiryolu!Çok kısa bir demiryolu görüyorsunuz, her 2 uçta da tünel var çünkü,dağların arasında kayboluyor demiryolu. Her biri ikişer km.imiş.Görüntü harika.

Oldukça popüler turistik yerlerden biri burası.Alışveriş için pekçok tezgah mevcut.Bir kutu çay aldım buradan,hala daha içtikçe hayret ederim.Bu kadar lezzetli çay yetişiyor,ama çay içme alışkanlığı yok.

Buradaki gezintimizi kısa kesip Novi Afon Manastırına yöneldik.Hrıstiyan dünyasına önemli din bilginleri yetiştiren bir kurum burası. Hz.İsa'nın havarilerinden birinin mezarı da buradaymış. Bir dağın tepesinde kurulmuş ihtişamlı bir yapı.İçi çok eski zamanda Abhaz ressamlar tarafından yapılmış duvar ve tavan resimleriyle dolu(tam adını bilmiyorum).Ama iyi bir tadilat istiyor,bakım lazım.Tercümanımız görevli rahibi bulup bizim Türkiye'den gelen Abhaz muhacirler olduğumuzu söyledi.Ve her yerde olduğu gibi torpilli saatlerimiz başladı.

Görevli rahip,kilise bölümünden bir-iki önemli tafsiri ve manastırın tarihçesini kısaca anlattı bize. Sonra aceleyle kilisenin yan tarafında bulunan,normalde turistlere kapalı olan Idari kısımlara geçtik. Önce toplantı salonu ve yemek salonunu gördük.Masaları ve sandalyeleri kendileri yapmışlar,temizlik ve düzenlilik (yani üreticilik) beni çok şaşırttı açıkçası. Evler dışında gördüğüm en temiz mekandı.Daha sonra büyük bir kütüphaneye girdik.Eski zamandan beri yazılmış, Abhazya ve Kafkasya ile ilgili yüzlerce kitap, antika el yazmaları burada çok güzel bir şekilde muhafaza ediliyor.Adamcağızın mutlaka göstermek istediği yer burasıydı.Camlı dolaplarda her dilden yüzlerce kitap vardı.

Eğitim dilinin tamamen Abhazca olduğunu,ayinlerin de Abhazca yapıldığını duymak da beni çok mutlu etti.Eski zamandan beri söylenen,unutulmaya yüz tutmuş ilahileri derlemeye çalışıyorlarmış. Birkaç ay önce uluslararası dini bir sempozyum için Almanya'ya gitmişler. Orada da resmi dil olarak Abhazca konuşmuşlar ve tüm ilahileri Abhazca söylemişler. Eğitmenleri sorduk,birkaç kişi hariç hepsi Abhaz dedi.

Kütüphane duvarında asılı bir fotoğraf vardı.İki yaşlı dedenin fotoğrafı,birisi 65-70 yaşlarında filan görünüyor.Bu dede bu fotoğraf çekildiğinde 143 yaşındaymış,fotoğraftan sonra da epeyce yaşamış.

Bir başka toplantı salonuna gidip tarihi değeri olan tablolar gördük,diğer rahiplerle tanıştık sonra.Şu an en büyük sıkıntıları Gürcistan kilisesine bağlı olmakmış.Gürcistan bu durumu politik olarak kullanmak istiyormuş.Hem maddi açıdan,hem de uluslararası toplantılara katılımda büyük zorluklar yaşanıyormuş,ayrılmak için yoğun bir uğraş verdiklerini söylediler. Savaşın ve savaş sonrası sürecin bu boyutta olduğunu bilmiyordum doğrusu.

Dilimizi,geleneklerimizi,kültürel mirasımızı böylesine güzel korudukları için ben minnettar kaldım kendilerine. İstanbul'a döndüğümde yolumu gözleyen bir büyüğümün ilk sorusu 'Hala hristiyanlar mı ?' olunca manastır görevlilerine birkez daha minnettar oldum.Çünkü onca zaman tek konumuz kültürümüz,tarihimiz ve vatanımızdı..

OÇAMÇİRA,ABRİSKİL MAĞARASI VE OTAP KÖYÜ

Tatilimin ikinci haftası hep beraber Otap köyüne gittik ve bir gece konakladık. Köy Sohum'un güneybatısında Oçamçira'ya yakın bir yerde.Oçamçira bölgesinde çok geniş tarım arazileri olduğunu gördüm.Ayrıca sıcak su kaynakları da var,seracılık da yapılabilir.Bölgenin neredeyse tamamına yakını boş. Bu topraklar geri dönüşçülere tahsis ediliyormuş. Geçerken bize eşlik eden dostlarımızdan biri 'Türkiye'den dönüş yapanların bir kısmı buralara yerleştirilmişlerdi, dedi. Tarlalara mısır ekilerek teslim edildi ama onlar mısırın çapasını bile yapmadılar.Bir kahvehanenin önüne sandalyeler koyup oturdular. Kendilerine verilen evleri sattılar,devletten yenisini istediler,sonra da gittiler.' Savaştan hemen sonra gelip,bir süre kaldıktan sonra Türkiye'ye dönenlerle ilgili duyduğum tek olumsuz laflar bunlardı.

Otap köyüne ulaştığımızda önce köy girişinde bulunan köy şehitlerinin mezarını ve anıtını ziyaret ettik. Her yerleşim yerinde olduğu gibi burada da savaşta ölenler için bir şehitlik yapılmıştı.Daha sonra bizi misafir edecek eve doğru yürüdük. Her zamanki gibi inanılmaz hasretle,sevgiyle karşılandık. Çok geniş bir bahçe içinde iki katlı klasik Abhaz köyeviydi.Evin dışında mutfak,mutfağın yanında da kiler kulübeleri vardı. Yan tarafta geniş bir meyvalık, meyvalığın ilerisinde tuvalet vardı.Buradaki tuvaletler Sohum merkezin aksine tertemiz; su,sabun,havlu her türlü konfor var. Biz meyva ağaçlarının başına üşüştüğümüzde bizim için kesilen tosun pişmeye başlamıştı bile. Tosunun pişmesini beklerken yakınlardaki dereye gittik.Bazı arkadaşlarımız yüzmeyi tercih ederken,ben her zamanki gibi keşif gezisine çıktım.Derenin yukarısında minik bir şelale vardı,bir tül gibi incecik,inanılmaz beyaz berrak bir su,üstü ağaçlarla kapanmış,dalların arasından ışık süzülüyor,dalların arası kuşyuvası dolu.....Bir doğa harikasıydı gerçekten,bir ömür boyunca seyredilir.Mutlaka görmek gerek.

Köyün diğer hanehalklarından da gelenlerle akşam yemeğimizi yedik.Yemek sonrası aynı köyde bulunan akrabalarımı ziyaret etme fırsatı buldum.Akrabalarımın evleri de çok temizdi. Ertesi gün sabah kahvaltıdan sonra Abriskil mağarasına gittik.Mağara savaştan önce profesyonelce ışıklandırılmış,turistik bir mekan olarak kullanılıyormuş.Ancak şu an elektirik tertibatı bozuk,mağaranın önündeki küçük büfe kapalı.Elimizde mumlar,dizimize kadar lastik çizmelerle girdik içeri.Abriskil'in ve atının bağlandığı yere kadar gitttik.Gerçekten harika bir yerdi.Mağara çıkışı öğlen yemeğimizi yedikten sonra,bir grup Muk Kilisesine doğru giderken ben de dahil küçük bir grup Sohum'a döndük.Muk kilisesindeki son Abhaz kralının mezarını bir sonraki gidişimde göreceğim.

Sohum'a dönerken bizim şöförümüz Slavik'in arabasında değildik.Şöförümüz 30-35 yaşlarında bir Abhaz genciydi. Sabah dahil iki gündür sarhoşlukla ayıklık sınırındaydı. Hoş,burada birçok yaşıtı aynı durumda.Külüstür minibüsle Sohum'a doğru ilerlerken Oçamçira taraflarında bir yıkıntının önünde durdu. 'Burası benim evimdi,dedi.Yan taraftaki tarla da,arkasındaki meyvalık ta bizimdi.Babamın votka fabrikası vardı.Savaş başlarken babamın depoda 60 ton votkası vardı.' Ne Rusya'ya gönderilemeyi bekleyen votka kalmış geriye ne de fabrika.Bahçedeki moloz yığınına baktık öylece,ailesinden kaç kişi ölmüş,kimler kalmış sormadık. Bir daha da ne ona ne de başkasına kızmadım çok içiyor diye.

DEMOGRAFYA VE GERİ DÖNÜŞ

Tatilin ilk günü dostumuz Valeri'nin bize gösterdiği Demografya'ya bu kez hep beraber gittik. Demografya (nüfus idaresi) burada çok önemli bir kurum.Çünkü şu an ülkenin en çok konuşulan, en çok düşünülen sorunu nüfus.Ve üzerinde en çok durulan çözüm yolu geri dönüş.

Sokakta rastladığınız,bir vesileyle tanıştığınız herkes geri dönüş konusunu açıyor. Her cümle 'vatanınıza geri dönün'le bitiyor. 'Bir dedemiz Türkiye'den 50.000 aile gelse hayatımız kurtulur' dediğinde öylece kalakaldık. İki haftalık tatil için 50 kişi bulamazken,böyle birşey mümkün değil;diyemedik tabi. Tarlasını,bahçesini vaat edenler; 'biz çalışır size bakarız' diyenler;evlendirme vaatleri...Bazıları 'burada lüks hiçbir şey yok,hayat zor haklısınız' diyor ama 'burası sizin de vatanınız, siz de biraz sıkıntıya razı olsanız kısa zamanda kalkınırız' diye sitem ediyorlar.

Benim için geri dönüş muhabbetlerin en etkileyici olanları; bir büyüğümüzün 'Savaş biteli seneler oldu,artık geri dönmeyeceğinizi biliyorum ama en azından tatillere gelseniz, tanışsak, kaynaşsak daha iyi olur. Ruslar gelip dinleniyor,geziyor burada, siz hiç vatanınızı hiç merak etmiyormusunuz?' deyişiydi.Ben de hep düşünür dururum,her sene bir haftamızı, 10 günümüzü neye anavatana ayırmayız diye; ama bahanemiz hazırdı,Ruslar sınırda zorluk çıkarıyordu. Veya kendi vatanımıza turist olarak gitmek ağrımıza gidiyordu.

Bir başka geri dönüş muhabbeti bütün Abhazya gezisi sırasında yaşadığım en zor anlara sebep oldu. Bizim yaşlarımızda bir arkadaşımız çok net bir şekilde sordu 'Geri dönmeniz için bizim ne yapmamız lazım,ne olursa dönüş olur?' Öyle kötü bir durum ki; merak etmeyin dönücez deyip kandırmak mümkün değil, insanların hayalleriyle umutlarıyla oynamak olur bu;dönüşü unutun başınızın çaresine bakın diyemiyorsunuz,biraz laf cambazlığıyla, onbinlerce ailenin dönmesinin mümkün olmadığını ama ambargo kalkarsa kesin dönüş yapanların sayısının epeyce artacağını filan geveledik.

İkişer resim ve kimlik bilgilerimizle vatandaşlık için başvurumuzu yaptık.Abhaz anayasasında vatandaşlıkla ilgili bir madde hatırlatıldı bize ; 'Dünyanın hangi ülkesinde doğarsa doğsun,her Abhaz; Abhazya vatandaşıdır' anlamında. Yani zaten buranın doğal vatandaşıydık sadece nüfus kağıdımız yoktu,ona da başvuruyu yaptık. Tanıştığımız kişilerden aldığım izlenim;kesin dönüş yapmasa bile bir kişinin bile vatandaşlığa geçmesi iyi birşeydi.. En çok sorulan sorulardan biri 'Demografya'ya gittiniz mi ' oluyordu çünkü. Çünkü özellikle Ermeniler' in nüfusu çok hızlı artıyor.Abhazların dışında,diğer Kafkasya halkları da vatandaşlık hakkına sahip.Yani sürgünle anavatan Kafkasya'dan uzaklaşan herkesin Abhazya'ya vatandaş olma veya yerleşme hakkı var.

Abhaz vatandaşı olduktan sonra, Rus vatandaşlığı ve Rus pasaportu için de başvuru yapabileceğimiz ve Rus pasaportuyla çok kolay bir şekilde giriş-çıkış yapabileceğimiz söylendi. Bu konu ilk açıldığında kanım donmuştu,ben ve Rus vatandaşlığı. Ama sınır, ticaret, hastane.... merak etme dediler,burada birçok kişinin Rus pasaportu var. Gayet normal birşey yani,Rus vatandaşlığına geçiyorsun,Soçi'ye gayet rahat girip çıkıyorsun. Vatandaşlık konusunda da,dil konusunda da mantık şu: Bir Abhaz Rusça konuşur,başka diller konuşur ama bir Ermeninin veya Rusun Abhazca öğrenmesi birçok açıdan yanlış birşey;bir Abhaz çifte vatandaş (Abhaz-Rus vatandaşı) olabilir,ama bir yabancının Abhaz vatandaşı olması da doğru değil.

Sözün kısası bizi bekliyorlar. Kesin dönüş için, ticari girişimler için, ev ve toprak almak için, hatta senede bir hafta tatil için.......BEKLİYORLAR.

MÜZE

Akua (Sohum) müzesini de gezme fırsatı bulduk. Bizden ücret almadılar. İki katlı müzenin ciddi bir temizliğe ve bakıma ihtiyacı var.Savaştan çok yara almış.Değerli ne varsa Gürcüler götürmüş.Bu yüzden neredeyse yarısı boş. Tarihi eserlere saygı ve ilgi çok yoğun olduğu için büyük bir üzüntü kaynağı.

Müze görevlisi bayan;Abhazya'nın 8.000 yıllık arkeolojik geçmişini,5.000 yıllık yazılı tarihini çok güzel anlattı. Önce eski devirlerden kalma fosilleri, maden ve taş çeşitlerini, oraya özgü bitki ve ağaç türlerini, orada yetişen hayvan türlerini gördük. Daha sonra eski zamandan kalma oyuncaklar, makyaj malzemeleri, savaş aletleri, mezar kalıntıları...birçok tarihi eser gördük. Normalde ziyarete kapalı bir salona girip eski zamandan kalma resimleri, tabloları inceledik.Bu bölümde çok eski bir defter dikkatimizi çekti. Büyük sürgün sırasında gidenlerin yazılı olduğu tutanakmış. Hangi aileden kaç kişinin gittiği tek tek yazılı.Yalnız şöyle bir durum var,defterin yarısı yok. Sağolsun muhacerettekiler gelip gidip ailelerinin adı olan sayfaları kopartmışlar.Bu kadarına da pes deyip başka bir bölüme geçtik.Eski zaman kıyafetleri de çok hoştu.

Müzenin bahçesinde taştan yapılmış bir yapı ilk görüdüğümde dikkatimi çekmişti.Çünkü ne kulübeye,ne çeşmeye benzemiyordu.Dolmen adı verilen eski bir mezar türüymüş.Dört duvarı ve tavanı ayrı ayrı 5 parça taştan oluşuyor.Ön yüzünde yuvarlak bir pencere var.Bir başka kaya mezar da müzenin salonlarından birindeydi.Büyük,bütün bir taş oyularak mezar haline getirilmiş,savaştan önce içinde mumya da varmış,tüm savaş aletleriyle ve kıyafetiyle birlikte. Savaş sırasında çalınmış.

Daha sonra ikinci kata çıktık. Üst kattaki bir oda savaştan kalan acı anılarla dolu. Büyükçe bir salonda bir çok şey üst üste konmuş, eski zamandan beri kullanılan paraları görebilmek için epeyce uğraştım.Büyük büyük kitapları karıştırdım biraz.Bu salon sanki inşaat alanı gibi,o kadar üzüntü verici ki.Keşke arkeoloji yada sanat tarihi bölümlerinde okuyan arkadaşlarımız bir dahaki yaz buraya gelseler, buradaki yetkililerle ortak bir çalışmayla müze temizlenip yeniden düzenlenebilir.(Sadece bir fikir)

SOFRA KÜLTÜRÜ

Yarı aç geçirdiğimiz ilk birkaç günden sonra eyvah dedik. Neyse ki yemek davetleri başladı ve akrabaları bulduk ta 'Abhazya'da yiyecek birşey yok' demekten kurtulduk. Özellikle başkentde birçok kır cafesi tarzında restorant açılmış. Sudan başlayayım.Normalde içilen su mineralli su, yani maden suyu veya soda. Bizim bildiğimiz sudan bulmak biraz zor, saf su olarak aramak lazım. Allahtan kaynak veya çeşme bulmak zor değil.Bana söylendiğine göre dünya üzerinde metrekare başına düşen en fazla içme suyu miktarı Abhazya'daymış.

Mineralli suyun haricinde gazlı meyva suları var. Armut suyunu önceleri pek sevmediysem de sonradan alıştım. Yalnız,köyde akrabalarımın yaptığı doğal meyva suyunun tadını ömrüm boyu unutamam. Saf suya meyvaları doğrayıp bir yerde (sanırım toprak küpte) bekletmişler, yapılışıyla ilgili ancak bu kadar anlayabildim.

Baş yemek abısta(pasta);ancak beyaz mısırunundan,tuzsuz yapılan abıstayı yiyemedik. Tuz yerine apırpılçıka (biberlituz) getiriyorlar,ama acıya alışkın olmak lazım. Saf tuz isterseniz bulabiliyorsunuz tabiiki.Tuzların büyük kısmı bizim turşu yapmakta kullandığımız iri tuz. Erik sızbalının mutlaka tadılması,hatta özel sipariş verilerek birkaç kilo yaptırılması gerekiyor.

Kurutulmuş etin tadı da harika. Etler,ocakların üzerine asılarak iste kurutuluyor,yeneceği zaman kızartılıyor. Abısta gibi kurutulmuş et da elle yeniyor. Zaten sofra düzeninde bıçak yok.

Et gibi,balık ta kurutuluyor. Ancak heryerde bulunmuyor. Balık konusunda Lazlardan şikayetçiler,trolle avlanma sonucu balıkçılığa zarar verildiğini söylüyorlar. Taze balık olarak sadece Alabalık yedim,nefisti. Kurutulmuş balıkları pek gözüm tutmadı açıkçası.

Pasta, kurutulmuş et, peynir,şaşlık,fasülye ezmasi ve haçapur.Başka birşey bulmak biraz bol. Şaşlık genellikle domuz etinden yapılıyormuş,bu yüzden yemedik. Fasülye ezmesini de pek tercih etmedik. Salatalarda, fasülye ezmesinde,sızbalda ve daha birçok yemekte taze asıbra otu kullanılıyor. Tabii ona da alışkın olmak lazım.

Haçapur heryerde imdadımıza yetişti. Aslında haçapur Gürcüce bir kelime, ama acaöf'e benzeyen Abhazca adını söylemek oldukça zor. İki çeşidi var haçapurun.Biri peynirli pide görünümlü, ortasında peynir ve erimiş tereyağı var. Diğer çeşidi yuvarlak, ramazan pidesi gibi, peyniri içinde. En güzelini Buzdolabı adı verilen yerde yedim. Sohum'a çok yakın bir yerde, iki-üç kişinin girebileceği büyüklükte bir kapıdan mağaraya giriyorsunuz,şok!! Mağaranın ilerisi açıklık, ağaçlar üstünü kapatmış, minik bir şelale akıyor, sonra sular küçük bir dere olup bir kuyunun içinde kayboluyor, şelaleye doğru küçük bir kemer köprü var,mağaranın girişine doğru da derenin kaybolduğu kuyu. Boş düzlüklere masalar koymuşlar, yan duvardaki boşluk barbekü ve minik bir tezgah tarzı birşey. İnanılmaz bir görüntü.Tamamen doğal bir yapı. İçerisi çok soğuk olduğu için Buzdolabı deniyor.Şöförümüz Slovik'in davetlisi olarak gittik ilk kez. İşte buranın haçapuru nefisti.

Her yemeğin olmazsa olmazı şaraplar. Abhazya şaraplarıyla ünlü. Eski zamandan kalma birçok eserde bile asma motifleri var. Halen daha önemli bir geçim kaynağı. Her yemekte masaya geliyor. Alkol oranları çok çok düşük. Bu nedenle içimi rahat, sanırım en meşhurları Çegem ve Lıhnı şarapları. Ben Lıhnı'nın tadına baktım,gerçekten güzeldi. Özel konuklar olduğumuz için bize,çoğu yerde ev şarapları ikram edildi. Bir de şampanya var.O da özel bir içki.

Yemek davetlerine katılmaya başlayınca gözümüz gönlümüz açıldı. Anladık ki asıl yemekler evlerdeymiş. Sebzelerle, peynirle, cevizle yapılan inanılmaz güzel yemek çeşitleri var. Dışarıda, turistler Rus olduğu için, onların yediği şeyler satılıyormuş.

Kaybolmayan geleneklerden biri yemekten önce ve sonra elleri yıkamak. Yemeğe başladıktan hemen sonra sofradaki misafirler için dua ediliyor,ayağa kalkıp kadeh kaldırılıyor ve iyi dileklerde bulunuluyor. Kadehi boş kaldırmak ayıp. Bizim müslüman olduğumuzu bildikleri için her yemeğe mutlaka armut suyu, nektar, hoşaf gibi içecekler geldi zaten. Eğer şarap ikram edildiğinde, müslümanlık nedeniyle içmiyorum derseniz şarap dışı içecekler konuluyor ve ısrar yok. Ama mide rahatsızlığı, veya sportmenlik gibi bahaneler gevelerseniz ısrara maruz kalabilirsiniz. Misafirler için yapılan bu duadan sonra oturup yemeğe devam ediyorsunuz, eğer açsanız acele etmekte fayda var çünkü biraz sonra tekrar kalkılacak. İkinci kalkışta Allah'a, üçüncüsünde vatanımız Abhazya'ya, dördüncüsü vatan için canını veren şehitlerimize, sonrakinde evsahibine, bir sonrakinde yemekleri hazırlayan evin hanımına, gelen misafirlerin herbiri için ayrı ayrı şahısa... Bu şekilde bir yemek saatlerce sürüyor. Ama bu durum resmi davetler için geçerli. Günlük hayatta normal bir şekilde elinizi yıkayıp sofraya oturuyor ve yemeğinizi yiyiyorsunuz.

OKULLAR

Derneğe gelenler Rusça konuşunca kızardım. Meğer SSCB zamanında tamamiyle Rusça eğitim yapılıyor ve kullanılıyormuş.Savaş sırasında birkaç yıl eğitim-öğretim hiç yapılamamış. Bu nedenle özellikle kentlerde yaşayanlar Abhazca öğrenememiş.Bizim gibi yani. Şimdi ise okullarda Abhazca eğitim yapılan sınıflar var.Günde birkaç saatte olsa Abhazca yayın yapılıyor. Yeni nesil anadilini öğreniyor, konuşuyor.Hatta çevremizdeki çocukların 'sakın Rusça konuşmayın,Türkiyeden gelen muhacirlere çok ayıp olur' denilerek Abhazca konuşmaya teşvik edildiğine şahit olduk.

Kaldığımız Abhazya Otelinin hemen karşısında 10.okul vardı. Burada okullar bu şekilde numaralandırılmış. Malum yaz tatili, okul kapalıydı ama Abhazca öğrenebilmemiz için üniversiteden hocalar geldi. Tüm tatilimiz boyunca her sabah derse gittik. Biri bayan biri erkek iki öğretmenimiz, hemen hergün gelen başöğretmen ve bir yardımcı bayan harfleri tanıyabilmemiz,Abhazca bir şarkı öğrenebilmemiz için çırpınıp durdular.

Sıralar bizim alıştığımız türden değil, sandalye şeklinde,rahat. Bir sınıfta piyano var. Piyano; her okulda, her otelde ve çoğu evde var zaten. Bu piyanoyla harfler,sayılar öğretiliyor. Dersler oraya gider gitmez başladığı için piyanoyu görünce eğitim şartlarının çok iyi olduğunu düşünmüştüm. Ancak sonradan anladım ki,piyanolar Sovyetler Birliğinin yadigarlarıymış. İnanılmaz bir tebeşir ve silgi sıkıntısı var. Sınıf tahtalarının boyası kalitesiz, tebeşirlerin rengi çıkmıyor, silgi yok.Bu yüzden ıslak bir bezle yazılı taraf siliniyor.Sonra o taraf kururken yazmaya kuru taraftan devam ediliyor. Sınıflarda Ardzınba'nın resmi yok hatta bayrak bile yok. Harita yok. O sınıfdaki eksiklikleri farkedince detaylı araştırmaya giriştik. Ambargo ve fakirlik yüzünden okullar zor durumda.Ve tabii öğrenciler de.Standart bir öğrenci kıyafeti yok. Kırtasiye malzemelerini araştırdım. Otomatik basmalı kalem kullanılmıyor, kalitesiz bir tahtadan kurşun kalem var,bir de tükenmez kalem. Tükenmez kalem, kurşun kalemden daha iyi olduğu için tercih ediliyor sanıyordum ama kurşun kalemin içindeki kurşun çocuklara hastalık yapar düşüncesiyle tercih edilmiyormuş.Defter fiyatları da pahalı.

Abhazya'daki Özel Başaran Okulunu çok önceden duymuştum. Ama çok önyargılı düşünmüşüm bu okul hakkında.Yanılmışım. Başaran'da okuyan çocuklarla ve velileriyle tanışınca, benim sandığımın aksine son derce modern bir eğitim-öğretim yapıldığını öğrenmiş oldum.

Zeki çocuklar seçilerek bu okula alınıyor,iyi bir eğitim veriliyor.Hepsi de çok güzel Türkçe konuşuyorlar.Daha sonra bu çocukların büyük kısmı Türkiye'ye gelerek Boğaziçi,Odtü gibi iyi okullarda, iyi bölümlerde okuyorlar.Yani Türkiye diasporasıyla Abhazya arasında köprü görevi görüyorlar.Son yıllarda Abhazca bilen gençlerimizin sayısının ne kadar azaldığını düşününce Başaran okullarının önemi artıyor tabi. Üstelik bu gençler ülkenin yeniden inşaası ve yapılanması için çok gerekli.

Abhazya Devlet Üniversitesi adı çok duyulan,iyi bir üniversite.Orada bir de Rostov Üniversitesini duydum.Hatta rehberimiz eşliğinde, grubumuzdan eğitimci bir arkadaşımla beraber Rostov Üniversitesi dekanıyla görüştük.Okul hakkında bilgi aldık. Hocalarının bir kısmı devlet üniversitesinden,bir kısmı da Rusya'dan gelmiş. Eğer bütün notlar 4-5 olursa (5'li sisteme göre) Rostov Üniversitesi diploması veriliyor,yani bu bütün dünyada geçerli bir diploma demek.İsteyenler için hazırlık sınıfı var.Gelen öğrenci seviye tesbit diyebileceğimiz bir sınava tabi tutuluyor,bu sınav sonucuna göre istediği bölüme yerleşebiliyor.Fiyatı da gayet uygun. Okul binası biraz eski,devlet binası olduğu için bakımsız.

Hem Rostov Üniversitesi hem de Abhazya devlet Üniversitesi gençlerimiz için önemli bir fırsat bence.Üniversite tahsili sırasında Abhazya'da olmak ve orada yaşamak bana çok cazip geldi. Üniversite adaylarına duyurulur.

POLİTİK KONULAR VE SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI

Geçen yılki seçimler hala gündemde. Koalisyon kuruldu,hükümet neredeyse bir yıldır işbaşında ama hala konu çok revaçta. Her sohbet eninde sonunda seçim sonuçlarına dönüyor. Görüşler farklı farklı,hatta farklıdan öte tamamen zıt. Zaman zaman; 'Aynı konuda birbirinin zıttı haberler geliyor, hangisi doğru anlyamıyoruz.' dememiz bu yüzdenmiş. Halk kadar aydın kesim de bölünmüş durumda. Birine göre iyi olan diğerine göre kötü. Şahsi kanaatim; keşke başka bir yönetim biçimi olsaydı, bu kadar demokratik,bu kadar özgürlükçü bir ortam çok gereksiz daha doğrusu zamansız. Oradaki yaygın kanaat; keşke Ardzınba Gürcistan'a gitmeseydi ve zehirlenmeseydi.Bu politik bölünmüşlüğün en önemli sebeplerinden biri de Sivil Toplum Kuruluşları.

Abhazya nüfusu en fazla dörtyüzbin (400.000). Kurulan sivil toplum kuruluşu sayısı beşyüzün üzerinde(500). Bunların yüz on küsürü (110) faaliyet gösteriyor. SSCB'nin dağılışının hemen ardından bağımsız olan ve demokratik yönetime geçen bir ülke için korkunç bir rakam bence. Hemen hepsi de Abhazya'nın demokratikleşmesi,müreffeh ülkeler seviyesine çıkabilmesi için uğraşıyor!!! STK'ların son birkaç yıldır birçok ülkede sergiledikleri marifetlerini hatırlatmama gerek yok sanırım. Zaten en faal olanları 'Soroscular' adıyla anılıyor.

Sinirimi en çok bozan faaliyetleri ; bazı okullara gelen mektuplar oldu. Gürcistan'daki Gürcü çocukların yazdığı kardeşlik mektupları bazı sivil toplum kuruluşları tarafından sınıflara asılıyormuş. Sonrasında çocukların üzerinden siyaset yapılıyor tabi, 'çocuklar mektuplaşıyor, beraber büyüdükleri arkadaşlarını özlüyor, halk yeniden bir arada yaşamak istiyor.' diye.

Halkın STK'lara bakışı ve yaklaşımı farklı farklı. Çünkü demokrasinin henüz özümsenmediği, savaşın izlerinin silinmediği,ambargonun hala sürdüğü Abhazyamda görüşler ve yaklaşımlar çok farklı.

Ülke genelinde belli başlı 3 grup olduğunu gördüm. Her grubunda desteklediği STK'lar farklı. Rusçular, Amerikacılar ve Abhazyacılar. Rusya federasyonuna dahil olmak isteyen STK'ları Rusçular destekliyor.Onlara göre Abhazya'yı Amerika'dan yani Gürcistan'dan koruyacak, ekonomik olarak da destek olacak başka bir güç yok.Nüfus azlığının etkileri ve Türkiye'nin Amerikan/Gürcü yanlısı tutumlarından en çok onlar bahsediyor.

Amerikacıların sayısı az sanırım,ama anladığım kadarıyla elit tabakada daha yaygınlar. Amerika'nın gücünü Rusya'dan daha üstün buluyorlar,Gürcistan'la ticari ilişkileri geliştirmekte, Gürcistan sınırının açılmasında bir sakınca görmüyorlar.

Abhazya'cılar benim yurtsever diye adlandırdığım kesim.onlar Gürcistan ve Amerika'ya tamamen karşı, Rusya'ya ılımlılar.Federasyon'a karşılar ama Rusya'yla her türlü işbirliği yapmanın gereğini ve önemini vurguluyorlar. Bu konu üzerinde biriyle uzun uzun konuştum. Onların bağımsızlık anlayışıyla benimki çok çok farklıydı çünkü. Bana söylediği şu:'Amerikayla Rusya bile sık sık görüşüyorlar, pazarlıklar yapıyorlar,ikisi de birbirinden habersiz hiçbirşey yapmıyor.Bir de diğer devletleri düşün. Hangisi senin dediğin anlamda bağımsız ki? Yine de devletimiz var, bayrağımız var, kendi topraklarımızdayız, diğer Kafkas halkları içinde bir tek biz bu kadar bağımsızız. Ve sebebi karşılıklı menfaatler de olsa yardımı Rusya'dan alıyoruz.'

Genel olarak, her 3 grup ta Türkiye'den umutlarını kesmiş gibiler. Anladığım kadarıyla vakti zamanında Türkiye diasporasının sayısını ve gücünü gözlerinde fazla büyütmüşler ve büyük bir hayalkırıklığı yaşamışlar. Akrabalarımdan biri 'Sizden birçok kişi Kurtuluş savaşında canlarını vermişler, bu kadar kaynaşmışsınız, şimdi Türkiye bize niye böyle davranıyor,niye Gürcistan'ın tarafını tutuyor,siz birşey demiyormusunuz' diye sordu. Cevap:?????

SOSYAL YAŞAM

Abhaz erkeğinin çalışma anlayışını yadırgadım biraz.Bir turizm ülkesi olduğu halde restorantta çalışmak, inşaatta ve beden gücü gerektiren işlerde çalışmak ayıpmış! Askerlik,polislik gözde meslekler,olmadı ticaretle uğraşmaları gerekiyormuş. Tabii ki herkesin asker ya da polis olması mümkün değil, ticaretle uğraşması da. Dolayısıyla başkentde işsiz sayısı çok fazla. Bana göre bu zihniyet kasıtlı olarak yerleştirilmiş. En önemli gelirler;hizmet sektörü,turizm gelirleri,çiçekçilik,inşaat sektörü hep başkalarının elinde,yani Ruslar ve Ermeniler.

Kiralar biraz pahalı,150 $ dan başlıyor.Belki daha ucuzu vardır,blmiyorum.Emlakçı yok çünkü, tanıdıklardan filan soruyorsunuz. Ev fiyatları da çok değişken.Sohum sahilindeki büyük binalar yüzbinlerce dolara Ruslara satılıyor.Normal evler (bir apartman katı veya müstakil bir ev) 10.000 $,Lada türü yerli arabalar 1.000-1.500 $ civarında.Çalıntı araba olayını önlemek için bir kanun yapılmış.Arabanın ruhsatı kimin üzerineyse arabayı sadece o kullanabiliyor,aynı aileden bile olsa başka biri kullanamıyor.Araba kiralama şirketi de yok.Tabii kimi insanlar o yok,bu yok,yoksulluk diyarı deselerde bütün bunların benim için anlamı 'Henüz el atılmamış bir sürü sektör ve yapılabilecek bir sürü iş var'.Sadece çalışkan adam lazım.

Hem devlet daireleri,hem de özel sektör öğleden sonra çalışmıyor.Öğleden önce işlerinizi halletmeniz,alışverişinizi yapmanız gerek.Düğün ve cenaze durumlarında bir hafta kapalı kalan dükkanlar,işe gelmeyen memurlar oluyormuş.

Köyler farklı tabii. Çocukluğum köyde geçtiği için, yapılan işleri, yaşayışı iyi gözlemleyebildiğimi düşünüyorum. Köy insanı çalışkan. Meyva ağaçları, tabanlar(çitler) bakımlı. Hayvanlar temiz, çayırlar temiz. Evler,ahırlar aynı şekilde bakımlı. Bahçeler düzenli, her çeşit sebze ekili.

Memleketimin bereketli topraklarında her tür meyva ve sebze yetişiyor. Mandalina ağaçları meşhur zaten,mandalina önemli bir gelir kaynağı. Çok büyük çay bahçeleri var,ama çay ağaçlarının çoğunun bakımsız olduğunu gördüm. (Çay bitkisine ağaç denmiyor sanırım ama orada gördüklerim resmen ağaç olmuştu.) Meşhur asma bahçelerini ve çiçekleri unutmamak lazım.Doğumgünlerine (her yaştan herkes kutluyor), ev ziyaretlerine,cenazelere mutlaka çiçek götürülüyor.Kasımpatıların iriliğine,glayöllerin renk cümbüşüne hayran kaldım doğrusu.

Türkiye'ye dönmeden önce birkaç çiçek soğanı almak için gittiğim pazarda yaşlı bir Ermeni çiçekçiyle tanıştım.Daha önce Azerbaycan'da oturmuş ve gençliğinde İstanbul'a gelmiş.Üçbeş kelime Türkçesi vardı. Bana; daha önce Stalin'in daçasında (yazlığında) rastladığımız mentollü ağacın fidesinden verdi (bu ağaçtan Vicks isimli krem yapılıyormuş).Ve bir de adını bilmediğim başka bir bitki verdi, ''kanser hastalığına iyi gelir,bunu sakın kaybetme'' dedi.Bu bitkiden nasıl ilaç yapılacağını anlatmaya çalıştı ama Türkçesi yetmedi ne yazıkki.

Ticaret inanılmaz karlı bir olay.Ambargo olduğu için birçok şey kaçak geliyor ve inanılmaz karlarla satılıyor.Yalnız ticarete giriş serbestisi biraz karışık.Büyük işler için mümkünse Abhaz ortak almakta,üst düzey birkaç tanıdık edinmekte fayda var gibi. Evlerin ve dükkanların korunması için ya devlete veya her mahallede olan sivil savunma (muhtarlık gibi) grubuna müracat edebilirsiniz. Belirli bir aidat ödeyerek evinizin veya dükkanınızın güvenliğini sağlayabilirsiniz.

Abhazya'ya gitmeden önce asayiş problemleri olduğu söylenmişti. Ne mutlu ki asayişsizlik görmedim,hatta İstanbul'dan sonra inanılmaz güvenilir buldum Abhazya sokaklarını.Zaten sadece Sohum büyük bir şehir,diğerlerinde asayişin bozulacağı bir ortam yok.15 gün boyunca sadece iki dilenciye rastladım,ikisi de 10 yaş altı çocuktu,Abhaz değillerdi.Sohum'da birkaç akli dengesi yerinde olmayan iki-üç kişi vardı.Onlar da kendi hallerinde sokakta yaşayıyorlar,kimseye zararları yok.Sanırım biri savaş gazisiydi.

Gece hayatı da oldukça hareketli.Bizim Nataşa adıyla bildiğimiz bayanlarada sık sık rastlanıyor Sohum sokaklarında. Ancak, bizim sokaklarda,gazetelerde,televizyonda rastladığımız görüntüler burada yok. Herkes edebiyle oturuyor veya yürüyor.

Pazar yerinde kapkaç olayları oluyormuş ama herhangi bir olaya rastlamadık.Sokaklarda günün her saati çakırkeyif veya adamakıllı sarhoşlara rastlayabilirsiniz.Zaman zaman sarhoşluğun etkisiyle tartışmalar yaşanıyorsa da hiçbiri kavgaya dönüşmüyor.Yalnız kumarhanelere üzüldüm,çoluk çocuğu böyle yerlerden uzak tutmak için ciddi önlem almak lazım.

YENİDEN GURBET

Sayılı gün çabuk geçiyor ne yazıkki.Saymayacağım günlere bir an önce kavuşabilmek ümidiyle dönüş yolculuğuna başladık. Dönüş günü çok kötüydü,hatırlamak bile beni çok üzüyor. Doyamamıştım toprağıma,dağlarıma.Oradaki dostlarımızla dakikalarca kucaklaştık. Yola çıkarken arkamızdan sular döküldü,çabuk dönelim diye. Dönüş geliş kadar zor olmadı. Sınırdan kolayca geçtik!Yalnız havaalanında Ruslar tarafından yasal soyguna uğradık resmen.O parası,bu parası......yapabilecekleri her türlü huysuzluğu yaptılar yine. İstanbul'a indiğimizde inanılmaz bir pişmanlık kapladı içimi.Keşke kalsaydım.Haber verseydim eve ve işe; 'Ben gelmiyorum' deseydim.Sonraki birkaç gün kendimi çok tuhaf hissettim,su bile içemedim,tadı çok kötü geldi.Yeşil Abhazyam,güzel Abhazyam gözlerimin önünden gitmedi.

En kısa zamanda tekrar gideceğim.Kim ne yaparsa yapsın anavatanımdan,özümden vazgeçmeyeceğim.Bu tatil programının hazırlanmasında emeği geçen, başta Abhaz Kültür Derneği başkanı İlhan Bey ve ikinci başkan Şamil Bey olmak üzere herkese,tekrar tekrar teşekkür ederim.

Sevgi TEMGİN

-SON-

Rüzgar vurup bizleri yurdumuzdan atınca
Karadeniz tuzlanmış bizim gözyaşımızla
Kabaracak ahların,çekeceğin kullukla
Yurt özlemin sürecek yabancı gök altında
Büyü,denizleri yar,dön yıkılmış evine
Sarmaşıktan kurtar da; ocağını yak yine
Bagrat ŞİNKUBA

Etiketler:
abhazya gezi notları

YORUMLAR

Fatal error: Uncaught Error: Call to undefined function mysql_query() in /home/nart/public_html/arsiv.nartajans.net/yonet/user.class.php:23 Stack trace: #0 /home/nart/public_html/arsiv.nartajans.net/yorum.php(19): user->user() #1 /home/nart/public_html/arsiv.nartajans.net/haberler.php(80): require('/home/nart/publ...') #2 {main} thrown in /home/nart/public_html/arsiv.nartajans.net/yonet/user.class.php on line 23