AVNİ ÖZGÜREL
1920 senesinin aralık ayı Milli Mücadele sürecince Ankara'nın, daha doğrusu Mustafa Kemal'in tek güç haline gelişine ifade eder. Oraya gelene kadar geçen birbuçuk yıl zarfında çevrelerinde işgale karşı yerel direnişi ve iç muhalefet odaklarınının bastırılmasını örgütleyen; bu sebeple itibar edilen ama kendilerini 'uç beyi' gibi görmeleri yüzünden merkezi otoritenin etkisini zayıflatan çete reisleri bir bir saf dışı edilmişti.'İşgal'in önemi
Bizde ulusal direnişi Anadolu'nun işgali ve buna karşı verilen 'Kurtuluş Savaşı' ekseninde yansıtan bir resmi tarih anlayışı hâkim. Bunun için yeni kuşaklara 'Ankara'nın iç âlemi' yeterince anlatılmış değil. Oysa açık söyleyeyim Milli Mücadele sürecinde 'işgal' tali bir durumdan öte kıymet taşımaz. Hatta Mustafa Kemal 'işgali' ulusal direnişin kenetlenmesi bakımından kullanmıştır demek mümkün.
İstanbul işgal edilmemiş olsa Ankara'da BMM'nin toplanması zorlaşırdı; keza İzmir işgal edilmemiş olsa halkın ulusal direnişe katılımı bu denli güçlü ve erken gerçekleşmeyebilirdi. Bu bakımdan meseleye strateji penceresinden bakan bir kurmay subay olarak işgal Mustafa Kemal'in gözünde hiçbir zaman 'kolay defedilebilecek bir vaka' olmanın ötesine geçmemiş; ya da daha doğru bir ifadeyle Anadolu'da siyasi birliğin, otoritenin sağlanmasından daha önemli olmamıştır.
Nitekim Sakarya Savaşı'na kadar Türk ordusu düşmanla doğru dürüst karşılaşmamıştır. 1. ve 2. İnönü 'savaşları' askeri açıdan düşmanın güç yoklamak amacıyla yaptığı 'keşif taarruzu' dur. Zaten zayiat denilebilecek seviyede bir kayıp da yoktur.
Temel mesele: Otorite kurmak
Ama Milli Mücadele'nin temel meselesi ve derdi ülke içinde siyasi/askeri otoritenin tek elde toplanmasıdır. 1919 Mayıs'ında yani Mustafa Kemal'in Samsun'a geçtiği günlerde Anadolu'nun manzarası Ankara Meydan Muharebesi'nde Timur karşısında Yıldırım Bayezid'in yenilmesiyle girilen 'Beylikler Dönemi'nden farksızdır.
Bulundukları mahalli kurtarmayı hedefleyen ve 'Müdafayı Hukuk' adıyla kurulmuş 30'a yakın dernek vardır ve bunların kendi çaplarında 'hükümetçik'ler olup bir yandan asker diğer yandan gönüllü ya da gönülsüz vergi topladığı bilinmektedir. Oysa Ankara'ya geldiğinde Mustafa Kemal'in çevresinde kişisel güvenliğini sağlamaya dahi yetmeyen küçük bir muhafız kıtası vardır.
Erzurum ve ardından Sivas kongrelerinin iki amacı vardır: 'Vatanı bütün olarak savunmak' ve 'Mücadeleyi siyaseten sorumlu heyet eliyle sürdürmek...'
İlk bakışta 'zaten herkes vatan müdafaasından yana...' ya da 'ölüm kalım mücadelesinde siyasi hesap yapmadan kenetlenmek kolay...' sanılabilir. Ama öyle olmamıştır.
Etnik farklılıkların, mahalli liderlerin iktidarlarını sürdürme arzularının su yüzüne çıktığı süreçtir bu. İstanbul'un benimsediği teslimiyetçi tavır bu arzuların dayanağı, Ankara'ya itirazın gerekçesidir kuşkusuz ama ne tek ne de gerçek izahı değildir. Söylemek istediğim Ankara'nın düşmandan önce 'isyanlarla' uğraşmak zorunda kaldığıdır.
'Hep bunlarla uğraştım'
Benim yaşımdakiler 21 Mayıs ve 22 Şubat ihtilal girişimlerini hatırlayacaklardır. 27 Mayıs darbesini onaylamakla birlikte ihtilal komitesine dahil edilmemiş kadronun öfke kabarmasıdır her iki girişim de. Lakin bakış açınızı değiştirip yaklaştığınızda 'darbecilerin' tamamının Çerkes kökenli olduğunu görürsünüz.
Hadise sırasında İsmet İnönü başbakandır. Ve olayları şimdi Ankara Radyosu'nun yanında Türk Hava Kurumu tarafından kullanılan ama o yıllarda Hava Kuvvetleri Komutanlığı olan binada izlemekteydi. Dönemin gazetelerinde hadisenin kontrol altına alınmasından sonra binadan çıkan İsmet İnönü'nün bir sözü yer aldı ama buna özel bir anlam da yüklenmedi, "Bunlarla yıllardan beri uğraşıyorum ben.." diyordu Paşa.
Neydi 'Çerkes'lerle alıp veremediği derseniz onu anlatacağım. Ama hatırlatmak istediğim bir husus var. Gerek Erzurum Kongresi'nde gerekse Sivas Kongresi'nde Mustafa Kemal'in yanında yer alan kadronun (Rauf Orbay -Çerkesler arasındaki adıyla Aşharuva Rauf- Fethi Okyar ve ilah...) büyük çoğunluğu Çerkes, Adıgey, Abaza olduğunu unutmamak lazım. Ve nihayet Anadolu direnişinin ilk günlerinde neredeyse Ankara'nın elindeki tek askeri gücün Çerkes Ethem çevresinde toplanmış kuvvet olduğunu da...
'Türk, Kürt, Çerkes el ele'
Ancak Milli Mücadele şekillenmeye başladığında bir gelişme oldu ve Mustafa Kemal'in yakın çevresinde değişiklik yaşandı. Lider yola birlikte çıktığı kişilerden ayrıldı, mücadeleye sonradan hatta bir bakıma fazlaca inanmadan- katılan 'emir/kumanda adamları' ön plana geçti. Bu değişimin Mustafa Kemal'in arzusu olmaktan çok 'yeni gelenlerin manevrası' olduğu yolunda işaretler var. Nitekim aynı günlerde Ankara'dan Çerkes Ethem'in ağabeyi Reşit Bey'e gönderdiği 7 Ocak 1920 tarihli telgrafında Mustafa Kemal, "Bu din ve devletin sağlam bir uyruğu olan Çerkes kardeşlerimiz, hepimizin övdüğümüz baş tacımızdır. Bugün düşmanlarla çevrili Türk, Kürt, Çerkes ve diğer din kardeşlerimizin el ele vermesi, sarsılmaz bir bütün oluşturmaları, namus ve yaşamımızı kurtarmak için bir zorunluluktur..." diyordu.
Muhtemeldir ki İsmet Paşa başta olmak üzere mücadelenin rütbeli diğer zevatı Çerkes Ethem'in BMM Genel Kurulu'nda coşkuyla karşılanmasına bakıp ürktüler... Milletvekilleri tarafından tam bir kahraman gibi karşılanan ve dakikalarca süren alkışların kesilmemesi üzerine utançtan terleyen Ethem, İsmet Paşa konusundaki hissiyatını anlatırken şu tespiti yapar: "İlk defa karşıIaşıyorduk. Daha sonra hayatımdaki menfilik ve haksızlıkların kaynağı olan bu zatın ilk anda üzerimdeki intibaının derin olmadığını, çehresinin ve hareketlerinin bariz hususiyet ifade etmediğini itiraf ederim. Fakat konuştukça ve fikirlerini dinledikçe, onu birçok meziyetleri bulunan erkân-i harp hususiyetleri taşımakla birlikte hiçbir zaman zaferi temsil edecek kumandanlık vasfına sahip bulamadım."
Şurası kesindir ki Ethem'e 'Çerkes' lakabını takan İsmet Paşa'dır. Kendisine sorulduğunda bunu 'övgü' olarak kullandığını söyler; ama Ethem öyle anılmaktan rahatsızdır: "Hepimiz Osmanlı'ydık... Eğer milliyet ve ırk tefriki yapılmaya kalkışılsaydı bu vatanda seceresi karışmamış kim kalırdı."
Ethem'in Yozgat isyanlarını büyük bir maharet ve süratle bastırması da onu aynı yerde daha önce başarısız olmuş bazı kumandanların kıskançlık ve rekabet hislerine hedef haline getirdi. Nitekim Ethem'e göre Ali Fuat Paşa'nın Garp Cephesi Kumandanlığı'ndan ayrılmasının hakiki sebebi, "İsmet ve Refet beylerin benim için düşündüklerini tatbik etmeye Mustafa Kemal Paşa'yı ikna etmeleri ve yolda vaziyeti müsait bulmalarıdır."
Son dönemeç
Saf dışı edilmesine karar verilmiştir Ethem'in. Ve manevra İsmet Paşa'nın sorumluluğundadır. Ethem geç fark ettiği oyuna son anda müdahale ederek bir deneme yapar. Ama Paşa sadece asker değil siyasetçidir de... Ansızın maiyetiyle birlikte Eskişehir'e gelip doğruca yanına giren Ethem'i yatıştırmayı başarır. "Başını kaldırınca beni gördü. Bakışlarında hayret ve ürkeklik vardı. Ayağa kalktı, şaşırmıştı tereddüt geçirdi, sonra süratli adımlarla bana doğru geldi. Yüzündeki şaşkınlığı hemen tebessüme çevirmeyi başardı. İki eliyle ellerimi tuttu, daha sonra ellerini kollarıma doğru çıkardı ve o vaziyette konuşmaya başladı:
-Ne vakit teşrif buyuruldu? Elleriniz sıcak ve ateşli. Doktorunuz seyahatinize nasıl müsaade etti? Hastalığınızı hakikaten merak ediyordum. Şöyle buyurun.
Fakat Ethem kararlı görünür ilk başta..
-Samimiyetten eser kalmayan müşterek mesaimize son vermeye geldim. Niçin böyle yapılıyor, anlayamıyorum. Aleyhime gizli-açık birçok tedbirlere başvuruluyor. Rica ediyorum, eğer kendinize ait olmasını istediğiniz, fakat açıkça ifade edemediğiniz hususlar varsa bunları işte karşı karşıyayız, cesaretle söyleyin...
Arada itiraz eden İsmet Paşa'yı susturur Ethem, sözlerini sürdürür...
-Ben sizinle açık ve ciddi konuşuyorum ve böyle olmanızı rica ederek açık ve samimi cevap bekliyorum...
Söz İsmet Paşa'dadır artık...
-Allah fesatçıların cezasını versin Ethem beyefendi... İtimad ediniz ki ben sizin gibi arkadaşlarımın mevcudiyetine güvenerek Garp Cephesi Kumandanlığı'nı aldım... Ordu içinde menfi propaganda yapanları teker teker araştıracağım ve cezalandıracağım. Ben bu hizmeti beraberce yürüteceğimize samimiyetle inanıyorum. Sizin de aynı hisde olduğunuzu çok iyi biliyorum."
Böylece teskin olur ve endişelerden büsbütün kurtulmasa da içi ferahlamış olarak Eskişehir'den ayrılır Ethem.
'Hayatımın hatası'
Ama İsmet Paşa'nın gözünde 'hükümlüdür' artık... BMM ordularıyla Yunan kuvvetleri arasında sıkıştırılır Ethem. Mebusların arabuluculuk çabaları yetmez durumu kurtarmaya. Ve 'hayatının hatasını' yapar Ethem, BMM'ye telgraf çeker. O ana kadar kendisinden yana olan milletvekilleri dahil herkes tehdit olarak algılar orada söylediklerini ve Meclis'ten ilk defa istediği desteği bulur İsmet Paşa.
Ethem hatasını anlar ama iş işten geçmiştir. Partı Pehlivan'ı silahları ve askerleri Batı Cephesi kumandanlığına teslimle görevlendirir ve mukadder akıbetine doğru yola çıkmak için Uşak'taki Yunan kumandanlığına başvurur. Siyasi tarihimizin başkaları için de kullanılmış 'politik küfür'ünün yafta olarak onun boynuna da takılması gecikmez: Hain!
Burada soluklanıp bir yorum yapayım... Çerkeslerde genel bir halin ifadesi midir bilmem. Ethem gerek Ankara'da Ziraat Mektebi'nde Mustafa Kemal'in yanına geldiğinde gerekse Eskişehir'de İsmet Paşa'nın odasına daldığında kendince kararlıydı. Ama tarihin akışını değiştirecek 'son adımı' atma cesaretini gösteremedi. Gösterseydi iyi olurdu demiyorum; hatta çok şükür ki göstermemiş. Ama şayet o adımı atsaydı, bugün herhalde çok farklı bir tablo içinde konuşuyor olurduk. Rauf Orbay, Fethi Okyar ve onlardan sonra Talat Aydemir de hep 'son adımı' atamamış kişilerdir. Biliyorsunuz Aydemir Çankaya'da Cumhurbaşkanı ve Başbakan'ı tecrit ettiği halde İnönü'nün dışarı çıkmasına izin verdiği an 'kaybetti'. Gerisi o maceranın trajik finalidir.
Ethem yanına bir şey almadı
Çerkes Ethem'e döneyim. Elinin altında hayli maddi kaynak olmasına rağmen Yunanlılara teslim olma kararını verdiğinde cebindeki üç-beş kuruş dışında yanına bir şey almadı. Nitekim Atina'ya götürülüp tedavisine Almanya'da devam edilmesi kararı üzerine oradan ayrıldığında günlerce pekmeze ekmek banarak karnını doyurmaya çalıştığını da biliyoruz. Ethem'in gurbet günlerinde hayalini kurduğu gelişme Enver Paşa'nın muzaffer olmasıydı.
Onun şehit olduğu haberini aldığında bütün ümidini kaybettiğini söylemeye gerek yok. Almanya'dan Mısır'a oradan da Ürdün'e gidip yerleşti. Türkiye'de 150'likler listesindeydi. 1937'de diğerleriyle birlikte Ethem de affedildi ve ülkeye dönmesine izin verildi. Atatürk'ün ona para ve pasaport gönderttiği söylenir. Kardeşleri döndüler. Ama o ' Boynumda hain yaftasıyla mı, asla..' diyerek daveti reddetti:
"Ben milletime ve tarihe hain diye tanıtılmış, gıyabında idama mahkûm edilmiş bir adamım. Ama hakikatte ben, asgari bana böyle diyenler kadar vatanperverim. Ve Milli Mücadele'de hepsinden kıdemliyim. Ben hain olmaya icbar edildim, buna rağmen hain olmadım. Şimdi hakikatleri açıkça konuşabilecek miyiz? Hepimiz adil ve bitaraf hâkimler önüne çıkabilecek miyiz? Haydi bunlar oldu diyelim; ya zihinlere yerleştirilmiş menfur kanaatleri nasıl ıslah edeceğiz. Burada gurbette ölürüm, fakat hiç olmazsa günün birinde doğru tarihin hakikatları ele almasını ümit ederek gözIerimi kaparım."
Ethem 1948 Eylül'ünde Amman'da hayata gözlerini yumdu. Şeria Nehri'nin kenarında mütevazı bir törenle toprağa verildi..
Çerçeve
Aznavur kimdi?
Ahmet Aznavur 'Büyük Çerkes Sürgünü' sırasında (1864) Adigey'den göç ederek Marmara yöresine yerleşen Ançok ailesinin bir ferdi. Jandarma subayıydı ve 1. Dünya Savaşı başladığında binbaşı rütbesini taşıyordu. Yusuf İzzet Paşa'nın tavsiyesiyle Teşkilat-ı Mahsusa'ya alınarak Kafkas cephesinde görevlendirilmişti.. Cesur, becerikli ve rütbesinin üstünde görevler üstlenebilen bir kişiydi. Teşkilatı Mahsusa'nın efsanevi başkanı Eşref Sencer Kuşçubaşı gibi o da kendisini Enver Paşa'ya bağlı hissediyor; Mustafa Kemal'e öfke duyuyordu. Gönen ve Manyas yöresindeki Kafkas göçmen köylerinden topladığı gönüllülerle Marmara yöresinde Kuvayı Milliye aleyhine ilk karşı ihtilal hareketini başlattı. Niyeti Ankara'yı zaptedip Milli Mücadele'yi Enver Paşa'nın yönlendirmesine amade kılmaktı. Karşısına Çerkes Ethem çıktı. Onunla Geyve Boğazı'ndaki çarpışmalarda başarı sağlayamadı, atından düşerek yaralandı, İstanbul'a dönmek zorunda kaldı. Ançok Ahmet Aznavur daha sonra Biga tarafına geçtiyse de 1921 yılı şubat ayı sonunda Eskişehir İstiklal Mahkemesi'nce gıyabında idam cezasına çarptırılınca etkinliğini tamamen yitirdi. 15 Nisan 1921'de Karabiga dolaylarında bir Arnavut çetesinin pususuna düşerek öldürüldü, başı kesildi. Cenazesi Biga'nın Buzağılık köyüne defnedildi.
suktar GÜNEŞ BALÇIKLA SIVANMAZ "Güneş balçıkla sıvanmaz" derler, ama güneşi öylesine balçıkla sıvamışlar ki, seksen küsür yıldır kuruyor kuruyor bir türlü dökülmüyordu. Ancak öyle görünüyor ki, artık güneşin üzerindeki kalın balçık tabakası yavaş yavaş dökülmeye başladı. Turgut Özakman gibi "sahibinin sesi" yazarlar bile aynı güneşi "ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar" tekrar aynı balçıkla sıvayamayacaklar. Bize düşen ise, hemen duygusal hezeyanlar içine girip yanlışa yanlışla karşılık vermemek. Unutmayın ki, su her zaman yolunu bulur. Doğrular eninde sonunda ortaya çıkar. |
file turgut özakman ın çılgın türkler inde ethem e dair bahis yok.700 sayfalık kitapta iki defa hainliği bahis ediliyor o kadar.özakman a istasyon binasi önündeki fotoyu hediye etmeli . |