SURGUN
SÜRGÜN
Gökyüzünde yeryüzünde
Gün doğumu her gün ilk gün
Her gün aydınlıktır.
Yoksa ümit her yer loş karanlıktır.
Ya gurbette can yürekte
Bir kafeste ne amansız
sonsuz ayrılıktır geçmez zaman
Her gece hep aynıdır.
27-08-2003 - 5 kez okundu
SÜRGÜN*
Gökyüzünde yeryüzünde
Gün doğdumu her gün ilk gün
Her gün aydınlıktır
Yoksa ümit her yer loş karanlıktır.
Yar gurbette can yürekte
Bir kafeste ne amansız
Sonsuz ayrılıktır geçmez zaman
Her gece hep aynıdır.
Fırtınada akayazda
Sürgün her yerde hep yalnızdır
Gül açsa da kuş uçsa da görmez
Dalgındır.
Her durakta her uyku da
Sürgün her nefeste yalnızdır
Her şafakta her yudum da
Hasret sancıdır.
Yol olsa da, ses duysa da, dağ aşsa da
Her adım son, her an son adımdır
Tek başına yalnızlık
Bir yankıdır.
*Aysel Gürel
Bir kaç gündür yine 'Sürgün' ü mırıldanıyor dudaklarım... Mırıldandıkça da beynim bir yerlerden bir yerlere zaman içinde bir yolculuğa çıkıyor. Çocukluğuma, ilk delikanlılık yıllarına gidiyor örneğin... Yaz tatilleri ve köyde Rahmetli Dedeme meyve bahçemizde yardım ettiğim günler aklıma geliyor...
Türkçe bildiğimiz gibi garip, kelime haznesi diğer dillere göre zayıf bir dildir. 'Sürgün' ün ne anlama geldiğini Biz Çerkesler den daha iyi bilen bir toplum olduğuna kimse beni ikna edemez, ama 'sürgün' ün diğer bir anlamını hepimiz biliyor mu merak ediyorum. Evet, 'sürgün'ün bir diğer anlamı, 'ağacın gövdesi üzerinde kendiliğinden çıkardığı yeni, küçük dal parçalarıdır'. Bir de 'şıvgın' vardır; şıvgın ise, ağacın yakınında kökün bir parçasının toprak üzerine çıkması, yani yeni bir ağaç adayı olarak kendini göstermesidir.
13-14 yaşlarında iken Dedem bir gün elime bir bağ bıçağı vererek 'Oğlum, şu gördüğün dalları (sürgünleri ve şıvgınları), şu şekilde budayacaksın' demişti. Ağaçta ki 'sürgün' le tanışıklığımız ilk böyle başladı, Türkiye deki 'Sürgün' olma halini algılamam içinse bir miktar daha beklemem gerekti. Evet, bir 'Sürgün' 'sürgünleri' buduyordu... Tıpkı Türkiye, Ürdün, İsrail...yani tüm diasporada yaşayan Çerkes Halkının içinde yaşadığı toplum, sistem tarafından budanması gibi...
Dedim ya 'Sürgün' ü mırıldanıyor dudaklarım ve beynim zaman içinde bir yaloculuğa çıkıyor dinlerken... Sonra aklıma 2001 kışında ilk kez Adigey,e gidişim aklıma geldi. Ruslan Turkuav (Asya Yevtukh'un Eşi) ve Susan Yektukh ile Asya'nın Annesi Fıj Neneji ziyaret edişimiz... Yemek sonrası Ruslan ve Susan ile ufak bir çevre gezisine çıkmistik. 2001 yazında Kafder'den aynı yeri ziyaret eden genç arkadaşlarımız hatırlayacaktır. Ormanın üstünde ki tepede rüzgar ile oluşmuş bir kayalık vardır. Zirve deki bu kayalık uzaktan bakıldığında kalpaklı bir Adige Thamatasının yüzünün tıpkısıdır...
Ruslan bana ormanı gezdirirken sürekli bilgi veriyor. Allahtan iyi derecede İngilizce biliyor (peki ya ben ne diye Adigece bilemiyorum, birileri dallarımdan birini budadı mı yoksa??)Mevsim kış olduğu için ağaçalarda yaprak, yok, ama her bir en az 20-25 m. yüksekliğinde.
....Buraları Hatkoy'ların ilk yerleşim yerleri diyor Ruslan. Beni bir kayanın üzerine yardım ederek çıkarıyor. Kayanın üzeri düz bir masa gibi ve üzerinde aile armaları var...Aklıma diaspora da çoğu Çerkesin bırakın aile armasını, aile isimlerini bilmemeleri, hatırlamamaları geliyor. Yoksa bir dalımız daha mı budandı diye düşünüyorum....
Ağaçlar dediğim gibi çok yüksek. Ne ağacı bunlar diye soruyorum. Merakım biraz da çocukluğumda Dedemin mevye bahçelerinde çalışmış olmamdan kaynaklanıyor belki. Ruslan elma ve armut değince şaşırıyorum. Hiç böylesine büyük elma, armut ağacı görmediğimden kaynaklanıyor şaşkınlığım, bir de orman halinde tabii.
Ruslan her bir ağaç gövdesinin yaklaşık 2-3 m. belki de daha fazla yüksekliğinde bulunan dairesel bir çıkıntının ne olabileceğini soruyor bana. Soru yöneltiğinde farkediyorum çıkıntıların varlığını. Bir anlam veremiyorum... Ruslan açıklıyor: Adigeler meyve yetiştirmede çok hünerli idiler. On yaşında bir çocuk dahi aşı yapmasını bilirdi. Her hangi biri ormanda dolaşırken bir şıvgın gördüğünde hemen aşı yapar, yeni bir ağaç üretimi sağlardı.
Aklıma Osman Çelik'in Genar serisinde, Bastı'koların kıyı Şapsığa gelişlerini ve meyve bahçelerini nasıl düzenlediklerini tasviri ve James Bell'in 'Çerkesya'dan Savaş Mektupları' kitabında Ruslan Turkuav ile aynı sözleri paylaşması geliyor (İsimler de yanılıyor olabilirim, bağışlayın).
Tepeden aşağıya iniyor ve Fıj Nenej'in ev yapımı elma şarabını tadıyoruz. Yine James Bell (?) ve Çerkesya'dan Savaş Mektupların da anlatılanlar... Bell diyor ki, '.... buralarda şarabın Avrupa da dahi eşi görülmeyecek derecede güzeli yapılıyor......bu kadar süreden beridir buradayım ve hemen her gittiğimiz yerde şarap ikram edildi (bu satırlardan yazarın yaklaşık 1.5 senelik gözlemlerine dayalı olarak konuştuğu sonucunu çıkarmıştım eseri okurken) ancak ilk kez bu gün sarhoş bir Adigeye rastladım. Arkadaşları eşini kaybettikten sonra böyle oldu diyerek özür dilediler...'
Fıj Nenej'in şarabını yudumlarken, acaba Bell ve beraberindeki Adigeler tepedeki kayanın üzerinden mi seslenmişlerdi diye düşünüyorum. Sonra aklıma bu şarap ile ilgili sözleri geliyor. Peki bize ne oldu da Türkiye'de adam gibi içemez olduk diye düşünüyorum. Yoksa bir dalımız daha mı budandı biz farkında değilken...
2002 yazı yolum yine düşüyor Vatana... Ahhh, maalesef yolum düşüyor diyorum... Oysa ki kesin dönüş olması için yaklaşık iki yıldır sistemli bir çaba halindeydim. Son anda ki Kırgızistan gelişmesi 'Sürgün' lüğümün bir müddet daha devam etmesini gerektiriyor. Bir hafta Maykop'ta, bir hafta Nalçikteyim ve sonra tekrar Maykop.
Maykop'ta T'hamatam Ghuch'a Zamudin de misafirim. Değerli Büyüğüm Necdet Hatam, Kudayko Cevat'ın da bulunduğu ilk akşam yemeğinde T'hamatam Zamudin kendi el yapımı shepshenesini çalıyor. Bizler de eşlik ediyoruz ama en coşkulu eşlik 3-4 yaşlarındaki Aşemez Nart'tan geliyor... Bir ara Necdet Hatam Kudayko Cevat'a, 'ahh diaspora da çocuklarımız şu şartlarda yetiştirebilme şansımız olsaydı, bu gün Anavatanda daha çok olurduk bugün' diyor. Acaba hangi dalımızı yine hangi görünmeyen (?) el budadı bu kez...
Nalçik'te İmdat Kip'in evindeyiz. Nalçik'i tepeden görüyor evin bahçesi, konuklarımız Gogonuko'lar var... Gogonuko Zawer ve kardesi Liza pshena çalıyorlar. Sonra Kayseri'den Sasık Şamil eline alıyor pshenayı, o çalıyor Kip İmdat söylüyor.... Orada öğreniyorum ki 'XAMA SH'EGUM SESHEZASHASH' (Kafdağı' nda Kardelenin listesinde bu Wored Vatana Özlem olarak yer alıyor) Woredini Sasık Şamil bestelemiş ve sözleri Kip İmdat'a ait. Bu satırları yazarken en az beş kez tekrar tekrar dinlediğim bu çok sevdiğim Woredi neden kendim söyleyemiyorum, neden söylenenleri anlayamıyorum diye için için kahroluyor, en değerli dalımı budayan o eli yakalamak istiyorum... Hoş yakalasam ne olacak ya...
Karınca hacca gitmeye karar verince 'gidemezsin, ömrün yetmez demişler'. O da, 'olsun, hiç olmadı hac yolunda, yüzüm hacca dönük ölürüm' demiş. Hiç olmadı 'Sürgün'lüğü bir kader olarak kabullenmekten kurtulacağımız ve dönüş için uğraş vereceğimiz günleri görmek ümidi ile, hoşçakalın...
Saygı ve selamlarımla,
Ghuch'a Ufuk
Etiketler:
surgun