DÇB ODAKLI TARTIŞMALARIN TEMELLERİ SANAL VE ÖNYARGILI
Yanlış önyargılara ve varsayımlara dayanarak asılsız suçlamalar yerine doğru temellere dayanarak haklı ve yararlı eleştiriler yapmalıyız.
05-05-2006 - 5 kez okundu
Son günlerde DÇB odaklı tartışmalar yine ivme kazandı. Daha önce de böyle bir süreç yaşanmıştı ama o zaman ben tartışmaları düzenli olarak izleyebilecek konumda değildim. Ayrıca DÇB'nin yöneticileri, üyeleri, delegeleri ortadaydı. DÇB'yi savunma görevi bana düşmezdi. Sanırım onlar da ya zamanında bilgilenip cevap verme fırsatı bulamadılar veya kendi örgütlenme ve yapılanma vb. sorunlarından veya eleştirenlerin iyi niyetine, ciddiyet ve samimiyetine güvenmediklerinden, polemiklere girmenin yararlı olmadığına olan inançlarından veya bilemediğim başka nedenlerden dolayı, sanırım, ya cevap vermeye gerek görmediler, ya da yüzeysel cevaplar verdiler. Keşke konuyu ciddiye alsalardı ya da fırsat bulabilselerdi, cevap vermelerini engelleyen neden her ne idiyse, o neden olmasaydı veya onu aşabilselerdi de doyurucu cevaplar verebilselerdi... Yine de kafkasfedersyonu sitesinde DÇB ile ilgili geniş bilgiler var.
Sanırım önce DÇB'ye en azından esin kaynağı olan 125. Yıl anma etkinliklerinden başlamak gerekecek.
Evet, DÇB ve ona esin kaynağı olan 125. yıl anma etkinlikleri olumlu-olumsuz yanlarıyla ulusal var oluş mücadele tarihimizde, tarihi yazılması gereken birer kilometre taşı olarak yerini almıştır. Keşke tartışmalarda taraf olmamış/olmayan genç bir araştırmacı gerçekten nesnel bir yaklaşımla hatta yalnızca yazılı kaynaklarla yetinmeden, o süreçte görev almış herkesle mülakatlar, soruşturmalar yaparak bu dönemin ve kurumun tarihini yazabilse...
DÇB'ye yönelik karalamalar (maalesef eleştiriler diyemiyorum) yeniden moda oldu ve alevlendi. Benim DÇB ile ilgili yine bir görevim yok. Ama hem DÇB'nin kuruluş sürecinde, hem de 125. Yıl etkinliklerinin gerçekleştirilmesinde (şayet onursal bir pay söz konusu olacaksa ve haksızlık edilmezse) her halde ilk akla gelen isimler arasında benim de adımın anılması gerekir. Şayet bunda bir vebal ve sorumluluk var ise ona da ben talip olurum.
Evet, gerek 125. yıl etkinliklerinde, gerekse DÇB'nin kuruluş sürecinde ve onu izleyen ilk iki kongrede Türkiye delegasyonu içinde yer aldığımdan dolayı, hiç değilse o dönemlere ilişkin bazı hususları dile getirmem gerektiğini düşünüyorum. Zira kimi çevrelerce kimi önyargıların doğruluğunu kanıtlamak için kimi yanlışların ve çarpıtmaların kanıt gibi kullanılmaya çalışılmasının ulusal var oluş mücadelemiz açısından çok zararlı ve yanlış sonuçlar doğurabileceğini ve büyük haksızlık olacağını düşünüyorum. Ayrıca gelinen noktada yapılan çamur atmalar, saldırılar yalnızca DÇB ile sınırlı kalmamış, onu oluşturan kişi ve kurumlara da yönelmiştir.
Yapılmakta olanlara eleştiri diyemiyorum, dedim. Çünkü gerçek anlamda eleştiri, son derece önemli, yararlı, gerekli, saygın bir işlev görür. Gerçek eleştiri, eğitir, düzeltir, yol gösterir, geliştirir. Ama gerçek eleştiri, neredeyse eleştiri konusu olan işi yapmak kadar zordur. Bunun için öncelikle iş yapma sürecinin içinde yer almak, nelerin niçin ve nasıl yapıldığını dedikodularla değil, bizzat içinde yer alarak bilmek, belki zaman zaman o koşullar içerisinde dahi neleri, nasıl yapmak/yapmamak gerektiğine ilişkin görüş ve öneriler getirmiş olmak gerekir.
Bu anlamda her halde DÇB'yi eleştirme hakkını en çok hak edenlerden biri benim. Çünkü şimdiye kadar bütün kongrelerine katıldım. Her kongrede eleştirilerimi, görüş ve önerilerimi ortaya koydum. Üstelik kimi zaman koca salonda kaldırılan tek muhalif kol benim kolumdu. Dolayısıyla DÇB'yi ben eleştirebilirim. Ama ne yazık ki, böylesine asılsız, dayanaksız, haksız ve insafsız karalama ve suçlamalar karşısında bırakın eleştirmeyi, savunmak zorunda kalıyorum.
Hangi koşullarda, hangi malzeme ile hangi olanak(sızlık)larla, hangi bütçe(sizlik)lerle nelerin, nelere karşı, niçin, nasıl yapılmak zorunda kalındığını bilmeyenlere, elini taşın altına koymamış olanlara her şey kolay gelebilir. Her şeye rağmen duyarlılık gösterenleri, bir şeyler yapmaya çalışanları anlamak yerine karalamak çok daha kolay olabilir.
Her dönemde, o dönemin koşullarına göre bir şeyler yapmaya çalışmış insanları bir şeye aklı ermeyen geri zekâlı insanlarmış gibi görmek ne kadar yanlış bir şeydir. Hele gerçekten kapasiteleri o düzeyde ise zaten onları sorumlu tutmak yanlış olur. Herkes yapabileceğini yapar. Yapılmış olanlar, daima yapılabilecek olanların en iyileridir. Daha iyisini yapma olanağı var idiyse niçin daha kötüsü yapılsın ki?... Örnek olsun diye söylüyorum; şimdilerde Anadil eğitmenlerinin eğitimi çalışmaları sürdürülüyor. Bundan daha iyi bir şey yapma olanağı var ise neden yapılmasın? Bu çalışmalarda da birçok yanlışlık, eksiklik olabilir. Ama daha iyisini ortaya koymamış olanların, hele bir kenara çekilip kıs kıs gülenlerin, "kötü bir şeyler olsa da bize malzeme çıksa" diye pusuda bekleyenlerin, yarın "iyi olmadı, iyi öğretemediler, yanlış adamlara eğitim verdiler, okul açmadılar, üniversite açmadılar, AB'den fon aldılar vb" diye eleştirmeleri haklı olabilir mi ..
DÇB'ye yönelik eleştiriler de, ne yazık ki, böyle eleştiriler, daha doğrusu suçlama ve karalamalardır. O zaman daha iyi bir DÇB kurma imkanı var idiyse neden kurulmadı?... Kim daha iyi bir DÇB önerisi getirdi de kabul edilmedi? En az bizim kadar tahsil-terbiye görmüş, en az bizim kadar sorumluluk ve duyarlılık sahibi insanları geri zekâlı, bilgisiz, duyarsız, piyon, maşa, uşak vb. gibi görerek, karalayarak kendimizi küçültmekten, gücümüzü bölüp parçalamaktan başka bir yere varamayız.
21. yüzyılın başında uğraştığımız, tartıştığımız konulara bir bakın lütfen. Ne kadar acı ve ne kadar zavallı yaklaşımlar içindeyiz değil mi!... Böylesi yaklaşımlar acaba kime ne kazandırabilir? Ulusal sorunlarımızın çözümü sürecine ne katabilir?
Kanaatimce, gerçekten ulusal sorunumuzun çözümüne katkıda bulunma konusunda samimi olan herkes, kim ne kadar önyargılı, olumsuz, kötümser yaklaşım gösterirse göstersin, polemiklere ne kadar çanak tutarsa tutsun, polemiklerden kendisini özenle korumaya çalışmalıdır. "Öküz altında buzağı arama" yaklaşımından ısrarla ve özenle kaçınmalıdır. O takdirde daha iyiyi, doğruyu, güzeli yakalama şansımız olabilir.
Ben şahsen Çerkes ulusal sorunu ile ilgilenmenin şimdiye kadar kimseye bir yarar getirdiğini ne duydum, ne de gördüm. "Çerkesler Türkiye'de asimile ediliyorlar, dilleri, kültürleri yok oluyor" diyen birinin milletvekili seçildiğini duyan, bilen var mı ? Tam tersine, "ben Çerkesim ama asla çerkeslik gibi bir iddiam ve talebim yoktur, ben öyle bölücülük filan yapmam. Türküm doğruyum çalışkanım, ne mutlu Türküm diyene" mesajı verenler bir yerlere ge(tiri)lmişlerdir. Çerkeslik talebinde bulunma çabası içinde olanlar, Çerkes ulusal sorununa çözüm arayanlar, hak arayanlar bireysel olarak her zaman her bakımdan zarara uğramışlardır. Eğer bugünkü gençlerimiz içinde bireysel olarak burada makam-mevki, ikbal-istikbal peşinde olanlar varsa tez elden bu işlerden kendilerini sıyırsınlar, öyle anadilde okur-yazarlığa filan soyunmasınlar. Hele kiril harfleriyle filan hiç uğraşmasınlar.
Bir kez daha vurgulayalım ki; "çamur at, izi kalsın" veya "öküz altında buzağı arama" yöntemini benimsersek, önyargılarımızın doğruluğunu kanıtlamak uğruna her yolu mubah sayan bir anlayışı benimsersek emin olun ki, neredeyse herkesin her sayfa yazısında mutlaka bir polemik, bir eleştiri, bir çamur atma, bir saldırı konusu, bir ipucu yakalayabiliriz. Ama gelin öyle yapmayalım. Herkesin her sayfa yazısında olumlu, işe yarar bir şey aramaya, bulmaya çalışalım. Emin olunuz ki, o zaman yanlışlarımız daha kolay ve hızla düzelecek, sorunlarımız çözüm yoluna daha kolay girecektir. Her fırsatta dilden düşürmediğimiz birlik ve beraberliğimiz çok daha hızlı ve kolay gerçekleşecektir.
Lütfen olumsuzlukları dilimize dolamayalım. Her yerde olumsuzluklar vardır. Elbette olumsuzlukları görmezden gelelim, demiyorum. Ama olumsuzlukları çözebileceksek, somut bir çözüm yolu önerebileceksek, çözülmesine katkı sunabileceksek gündeme getirelim. Olumlulukları da görmezden gelmeyelim, takdir edelim, gündemde tutmaya, yaymaya, yaygınlaştırmaya çalışalım. Bir özdeyişimiz var: "yer p'uateme meyate, ş'ür p'uateme yeş'üak'ue = kötülüğü dillendirirsen azar, iyiliği dillendirirsen daha iyiye gider" der.
Düşünelim lütfen: yalnızca Türkiye'de, yalnızca Adıgeler, hatta yalnızca Adıgey kökenliler (yalnızca Abdzaxlar, Şapsığlar, Kabardeyler, hatta yalnızca Düzceliler, Uzunyaylalılar vb) arasında, yalnızca anadilimizi ve ulusal kültürümüzü korumak için neler yapmalı, neler yapmamalıyız konusunda bile bir görüş birliği, bir uzlaşma, en azından birbirimize katlanarak sorunu serinkanlılıkla müzakere etme ortamı oluşturamazsak, Türkiye'deki, dünyadaki tüm kuzey Kafkasyalıları ve Kuzey Kafkasya'daki cumhuriyetlerimizi nasıl birleştirebiliriz?...
Oldukça uzun bir giriş yaptığımın farkındayım ama, ne yapayım, izlediklerim bana bunları yazdırdı.
Gelelim DÇB'nin kuruluş sürecine...
Bu konuda yazı yazan herkese birebir cevap vermeye çalışacak değilim. Buna ne zamanım, ne de gücüm yeter. Ancak bu yazılarda ortaya çıktığını düşündüğüm bazı sorulara cevap vermeye çalışacağım.
DÇB'nin kuruluş fikri nasıl ortaya çıktı?
DÇB'nin kuruluş fikrinin ne zaman, nerede, nasıl ortaya çıktığı belki o kadar da önemli değildir. Elbette bu kurumun tarihini yazacak birisi için bu da çok önem taşır. Ama bana göre şu anda bunu önemli kılan şey, kimilerimizin DÇB'yi karalamak için ortaya çıkış sürecini Rusya'ya, Putin'e filan dayandırmaya, istismar etmeye kalkmalarıdır.
DÇB fikri ilk kez somut olarak Hollanda toplantısında ortaya kondu ise de ilham kaynağı, sürgünün 125. yılı anma haftası olmuştur.
O yılları anımsayalım lütfen. Kenan Evren ve zihniyeti bütün katılığıyla iktidardaydı. K.Evren'in devlet başkanlığı süresi sona ermek üzereydi ve K.Evren'e rağmen seçimleri kazanarak Başbakan olan T. Özal'ın Cumhurbaşkanı olup olmayacağı, olursa derin devletin ne diyeceği, kıyametin kopup kopmayacağı tartışılıyordu.
Kafdağı dergisi'nde Çerkes kelimesini kullanıp kullanamayacağımızı, kullanırsak derneğe bir sıkıntı gelip gelmeyeceğini tartışıyor, her yazıyı kullanılabilir/kullanılamaz sözcükler, kavramlar açısından kılı kırk yararak değerlendirip seçiyorduk. Hatta Kafdağı adını bile Kafkasya'yı çağrıştıran en risksiz ve savunulabilir bir isim olduğu için seçmiştik.
Çok önemli bulduğumuz ve yeni bir başlangıç oluşturmasını beklediğimiz uluslar arası düzeyde büyük bir organizasyon olan 125. Yıl Kafkas Kültür Haftası adını bile en masum, en nötr sayılabilecek bir ad olarak seçtik.
Misafirlerin hiçbirini dernek olarak davet edemedik. Bir dernek olarak uluslararası ilişki kurmaya kalkışmak kimin haddineydi? Bütün konukları gerçek kişiler olarak bizler özel konuğumuz olarak ayrı ayrı davet etmiş, tesadüfen derneğin düzenlediği kültür haftasına rast geldiği için alıp toplantıya götürmüştük.
Ortamı ve koşulları iyi anlayabilmek için bir örnek daha anlatayım. Konuklara yemek vereceğimiz lokantalarla birkaç gün öncesinden bağlantı kurmak ve salonları kapatmak zorundaydık. Salon ararken "aman fazla büyük olmasın ha, ya dolduramazsak parasının altından kalkamayız" korkusu yaşıyorduk. Çünkü insanlarımızın böyle riskli organizasyonlara gelmeyebileceğinden korkuyorduk. Hazırlık toplantılarına, dernek çalışmalarına olan ilgi ve katılım (azlığı) ciddi handikaplarımızdan biriydi. Nitekim yemek salonlarımız en çok 100-125 kişilik küçük salonlardı. Ama sonradan ilgi öylesine arttı ki, ev sahipleri olarak bizler çoğu zaman yemek masalarında yer bulamadık. Çoğu zaman salon dışında bekleyip yemek bittikten sonra konuklarımızı alıp evimize götürüyorduk.
Böyle bir ortamda Türkiye'de bırakın ülkelerarası düzeyde Çerkes temsilcilerini toplayıp, Çerkes sorununa ilişkin önemli konuları tartışmayı, yalnızca Türkiye'nin değişik illerinden dernek temsilcilerini toplayıp basit bir derneksel faaliyeti bile tartışmak riskli sayılıyordu. Gerçekten, o toplantıyı yalnızca Türkiye'nin değişik illerinden gelecek dernek temsilcileriyle yapamazdık, yaptırmazlardı. Ama ilk defa gördük ve fark ettik ki, ülkelerarası katılımla bir toplantı yapmaya kalktığımızda derin devlet(in toplantı salonuna uzanan kolları), daha çekingen ve dikkatli hareket etmek zorunda kalıyordu.
Açılış oturumunda sahneye çıkıncaya kadar Adıgece konuşup konuşamayacağımızdan, konuşursak başımıza nelerin gelebileceğinden emin değildik. Son anda sahne cephesine tutturuverdiğimiz Türk bayrağını askerce selamladıktan sonra sözüne besmeleyle başlayan ilk konuşmacı, deneyimli devlet adamı, emekli general ve Ürdün'ün emekli Ankara büyükelçisi rahmetli Fevvaz Mahir'in başlangıç cümlesi olan Besmeleyi, şaşkınlıkla Türkçe yerine Adıgeceye tercüme etmeye kalkmıştım da, salonu bir gülme ve alkış tufanı kaplamıştı. Fevvaz Mahir, hiç hesapta olmayan bayrak selamlama seremonisinin ve besmelenin hemen ardından "bu güzel Türkçenizi bilseydim eğer, inanın sizlere onunla hitap etmek isterdim. Ama ne yazık ki bilmiyorum. Bu yüzden kendi anadilim olan Adıgece konuşacağım" anlamında bir mesajla başlama gereği duymuştu. Bu tecrübenin önemini ve değerini daha sonra daha iyi anladık. Zira şahsen beni her sahneden inişimde polisler (bazen sivil bazen resmi) kolumdan tutup köşeye çekiyor, "kim bu adam, ne dedi, niye öyle dedi? Şunu mu dedi? Bunu mu dedi?" türünden sorularla taciz ediyordu. Ülkelerarası düzeydeki katılım bize; "bırakın şimdi bunları, sırası mı ? Şu anda dünyanın gözü kulağı burada. Programı tamamlayalım, misafirleri yolcu edelim, sonra ne istiyorsanız sorun. Ne biliyorsak söyleyelim" deme güç ve cesareti veriyordu. Nitekim haftanın ardından başkanımız Sayın Aslan ARI, karakollara çağrılıp sorgulandı. Hatta yanlış hatırlamıyorsam dava bile açılmıştı. Neyse ki takipsizlikle (veya beraatla) sonuçlandı.
Yani sözün kısası; ülkelerarası/uluslararası katılımın, ülkesel düzeyde elimizi güçlendirdiğini yaşayarak fark ettik.
İşte DÇB fikrinin temel hareket noktası bu tespit oldu. Öyle anlaşılıyordu ki, biz dünya Çerkes organizasyonları temsilcileri olarak, uluslar arası düzeyde organizasyonlar oluşturmaya kalkarsak, ulusal düzeyde buna engel olmak kolay olmayacaktı.
Hemen her birimizin ya da pek çoğumuzun ayrı ayrı kendiliğimizden vardığımız bu ortak tespiti yemeklerde, molalarda her fırsatta birbirimizle paylaşıyor, ayrı ayrı aynı şeyi düşünmüş olmanın sevincini ve gururunu yaşıyorduk.
Muhaceret sonrası dünyada ilk kez gerçekleştirilen böyle bir organizasyon nedeniyle çok övgü ve tebrik aldığımızı da eklemeliyim.
Sonraki gelişmelere geçmeden önce; 125. yıl Kafkas Kültür Haftası'na Anayurttan kimler katıldı? Rodina/KGB temsilcileri çağrıldı, suçlaması doğru mu, haklı mı ? konusuna açıklık getirelim.
O günlerde SSCB yurttaşlarının yurt dışına çıkmaları kolay bir şey değildi. Bunun için belki devletin güvenilir birimlerinde görevli olmak veya bunların yakını olmak, ya da en azından mesleki birikim ve yetenekleri itibariyle seçkin ve yurt dışında devlet aleyhinde çalışmayacağı konusunda güven vermiş biri olmak gerekiyordu. Tabii ki bunlara ek olarak Sovyet bürokrasisinin labirentlerinden geçerek pasaport alabilmiş olmak ve nihayet yeterli miktarda hesabı verilebilir para sahibi olmak da gerekiyordu. Bu koşulları karşılayabilecek isimler olsa olsa Rodina'dan veya devletin gizli veya güvenilir servis mensuplarından olabilirdi.
Bu genel bir kanı idi. Şayet işin başı sonu araştırılmazsa, bizi 125. yıla Rodina/KGB temsilcilerini davet etmekle itham edenler, bu genel kanı nedeniyle haklıymış gibi görülebilirler. Ama inanın ki, hiç haklı değiller. Birazcık iyi niyetle hareket etselerdi, acaba 125. yıla anayurttan kimler katıldı, diye merak etselerdi, her halde bu kadar açık ve kaba bir suçlamaya gidemezlerdi.
Hemen söyleyelim, 125. yıl Kültür haftasına Rodina veya KGB mensubu/kökenli/destekli bir tek kişi bile davet edilmedi/katılmadı.
Kaldı ki, Rodina'dan da birileri davet edilebilir ve katılabilirlerdi. Öyle olsaydı bile bu katılım asla bizim Rodinacı, KGB'ci olduğumuz anlamına gelemez, bizi böyle suçlamaya kalkanları haklı kılamazdı. Hele hele DÇB'nin rodinacılar tarafından kurulduğu anlamına hiç gelemezdi.
Bundan sonraki gelişmeleri bir sonraki bölüme bırakalım. Uzattığım için özür dilerim.
Fahri Huvaj
Gelelim, DÇB'nin oluşum sürecine
Hatko Fethi Recep Hollanda dernek başkanı olarak 125. yıl kültür haftasına katılmıştı. Hollanda'ya dönünce yönetim kurulu üyeleriyle birlikte vaziyetten vazife çıkardı; böyle bir uluslar arası toplantı düzenleme koşullarını araştırdı. Hollanda, bizim gibi dezavantajlı kültür gruplarına sıcak ve sempatik bakan bir ülke idi. Hükümet yetkilileriyle görüştü ve onlardan yer ve ekonomik destek sağlayabileceğini gördü. Bunun üzerine böyle bir uluslararası toplantıyı Hollanda'da gerçekleştirmek üzere hazırlıklara başladı. 125. yıl Kültür Haftası etkinliklerine katılan/katılamayan Çerkes örgütleriyle ilişki kurdu. Ulusal-kültürel sorunlarımızı, çözüm için neler yapılabileceğini tartışmak ve bir karara varmak üzere her örgütün birer temsilci göndermesini istedi. Her örgüt kendi temsilcisini seçip gönderdi ve toplantı Hollanda'da gerçekleştirildi.
Bu toplantıya Türkiye'den rahmetli Süleyman Yançatoral katılmıştı. Ben o zamanlar öğretmen olduğum için K.Evren kanunlarına göre derneklerle resmi bir ilişkim olamadığından Süleyman'ın nasıl seçildiğini tam olarak bilmiyorum ama anımsadığıma göre Süleyman, Kafkur tarafından seçilmişti ve zaten O böyle bir toplantıya katılması önerilebilecek ilk birkaç kişiden biriydi. Bu toplantıya Süleyman'ın katılmasını yanlış bulanlar varsa, gerekçelerini açıklamalıdırlar.
Hollanda toplantısına, başka kimlerin katıldığını tam olarak bilmiyorum. Anımsadığım kadarıyle 60 kadar delege katılmıştı. Bunların arasında o günlerde halk cephesi adıyla muhalefet kanadı olarak popülerlik kazanan, sonradan Xase'lere dönüşen anayurttaki sivil toplum hareketlerinin temsilcileri ve elbette Rodina'nın Nalçik şubesinin de bir temsilcisi vardı. Holanda toplantısında kimlerin bulunduğu o dönemdeki yayınlara bakılırsa anlaşılır. Örneğin yanlış hatırlamıyorsam Kabardey-Balkar'dan Halk Cephesi/Adıge Xase adına Nalo Zawur katılmıştı ki, O'nun ne kadar Rodina/KGB bağlantılı olup olmadığını her halde konuyla ilgilenen herkes bilir.
Burada Rodina'dan söz açmışken, DÇB'nin geçen iki genel kurulunda Rodina'ların DÇB üyeliğinden ayrılması gerektiğini önermiş ve savunmuş biri olarak Rodina'ya bu kadar tepki duyulmasını çok anlamsız ve yanlış bulduğumu belirtmek isterim. Çünkü o dönemde Rodina muhaceretin anayurtla ilişkisini sağlayan tek kapı, tek pencere idi. Anayurtla Rodina'dan başka bir yoldan ilişki kurmak mümkün değildi. Çok daha önceki sosyalizm yıllarında Rodina ile ilişki kurabilmiş olan Suriye, Ürdün, ABD Çerkesleri anayurtla ilişkiler ve ulusal uyanış konusunda Türkiye Çerkeslerinden çok daha öndeydiler. Biz anayurdumuzla ne yazık ki çok geç ilişki kurabilmiştik. Hatta Rodina şubesi bulunmadığından Maykop ile bağlantı kurmada zorlanıyorduk. Bu nedenle Maykop'ta Rodina şubesi açılması için bizler talepte bile bulunmuştuk. Bir süre sonra Maykop'ta da Rodina şubesi açılmıştı ama bir-iki yıl sonra ekonomik nedenlerle kapatılmıştı.
Artık bugün Anayurtla ilişki kurmak için Rodina'ya ihtiyaç kalmamıştır. Herkes akrabalarıyla, dostlarıyla, ticari firmalarla birçok yolla anayurtla ilişki kurabilme olanağına sahiptir. Ayrıca Rodina, resmi yanı ağır basan yarı-resmi bir kuruluştur. Bir bakıma Türkiye'nin TİKA adlı örgütü gibidir, ondan biraz daha sivil bile sayılabilir. Buna rağmen dünyadaki Adıge ve Abaza sivil toplum kuruluşlarının kurduğu bir üst örgüt olan DÇB'de yarı-resmi Rodina şubesinin (ki, yalnızca Nalçik şubesi kalmıştır) üye olması, gücü, etkisi bakımından pek fazla bir önem taşımasa da, bir sivil toplum kuruluşu olarak DÇB'nin uygar dünyada kendini kabul ettirebilmesi bakımından sıkıntılar yaratabilecektir. En azından DÇB'yi karalamak isteyenlere malzeme oluşturabilecektir. Bu nedenle Nalçik Rodina şubesinin de DÇB üyeliğinden ayrılması gerekir. Dediğim gibi, ayrılmaması da, eski olumlu işlevlerinin hatırına sembolik olarak bırakılması da o kadar sorun yaratmaz, DÇB'nin sivil niteliğini ortadan kaldırmaz.
Hollanda toplantısında; muhaceretteki Adıgelerle anayurt arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine, ülkesinden sürülüp koparılmış Adıge halkıyla, halkından yoksun bırakılmış Adıge ülkesinin buluşup kavuşmasına, dil ve kültür asimilasyonunun azaltılmasına katkı gibi temel amaçlarla Nalçik'te bir Dünya Adıge Derneği kurulması kararlaştırıldı. Bu derneğin nasıl kurulacağı, kimlerin, nasıl temsil edileceği de oldukça demokratik biçimde karara bağlandı. Kabaca belirtmek gerekirse, her ülkede faaliyet gösteren Adıge dernekleri (resmen veya bu mümkün olamıyorsa fiilen) bir biçimde birleşeceklerdi. Ülke bazındaki bu birlik, dünya genelindeki birliğin önkoşuluydu. Ülke bazında birlik sağlanamıyorsa dünya genelinde birlik hiç sağlanamazdı. Şayet ülke bazında birlik sağlanamıyorsa, o ülkede en geniş kitleyi temsil eden en büyük birlik yapısı katılma hakkına sahip olacaktı. Anayurda gönderilecek delegeler bu birlik yapısı tarafından seçilecekti. Dünyanın en fazla Adıge nüfusunu barındıran Türkiye 4 delege, diğer ülkeler ikişer delege ile temsil edilecekti. Derneğin tüzüğü, organları, programı, her şeyi Nalçik'te yapılacak ilk kongrede belirlenecekti.
20 Mayıs 1991 tarihinde Nalçik'te yapılan ilk kuruluş kongresi, bu ilkelere ve ölçülere göre seçilen temsilcilerin katılımıyla yapıldı. O zaman Türkiye'de Kafkas Derneklerinin merkezi yapısı, bu dernekler tarafından oluşturulan Kafkas Dernekleri Koordinasyon Kurulu (Kafkur) idi. Ben öğretmen olduğumdan derneğin de Kafkur'un da üyesi değildim. Hangi toplantıda olduğunu anımsamıyorum ama Nalçik'e gidecek heyet içinde beni de gıyabımda görevlendirdiler. Daha önce Kafkasya'ya iki kez gidip gelmiş, oradaki akrabalarıyla, arkadaşlarıyla sürekli yazışan biri olarak ben ve benim gibi arkadaşlar dünyadaki diğer Çerkeslerin Türkiye Çerkeslerinden çok şey beklediklerini yakından biliyorduk. Bizim hazırlıksız gitmemiz, kongreye olumlu katkılarda bulunmamamız düşünülemezdi. Bu, büyük bir moral bozukluğu yaratabilirdi. Bunun için günlerce oturup çalıştık, hazırlandık. Belki dünyadaki ilk Adıgece dernek tüzüğünü, Adıge ulusal sorununa ve çözüm yollarına ilişkin temel tespitlerimizi Adıgece olarak yazdık.
Kimlerle nasıl gittiğimizi, bu ilk kongre ve diğer kongrelerle ilgili ayrııntıları kafkasfederasyonu sitesinde bulabilirsiniz. Bunlara girmeyeceğim. Ancak bir-iki önemli noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum.
İlk kongrenin son derece önemli bir tarihi kongre olduğunu düşünüyorum. Çünkü 127 yıldır birbirinden kopuk olarak yaşayan Adıge topluluklarının örgütlü kesimlerinin seçilmiş temsilcileri dünya genelinde bir Adıge birliği oluşturmak için ilk kez anayurtlarında bir araya geliyordu. Tek başına bu bile, heyecan verici bir gelişmeydi.
127 yıldır birbirinden kopuk olan bu insanların anadilleriyle diyalog kurabilmeleri, dernek, tüzük, yönetim kurulu gibi kavramları ilk kez bulup kullanmaları, farklı kültür ortamlarında doğup yetişmiş olmalarına karşın, aynı sözcüklerden, aynı kavramlardan aynı anlamları çıkarabilmeleri herkesi duygulandıran, heyecanlandıran ve umutlandıran bir durumdu. Ama inanın ki, bu anlaşmayı sağlamak hiç de kolay değildi.
Ama herkes aman bu güzel oluşuma bir zarar gelmesin diye düşünüyor, sözlerini seçerek kullanıyor, davranışlarına olağanüstü özen gösteriyor, deyim yerinde ise doğmakta olan çocuğun üstüne titriyordu. Belki buna pek fazla özen göstermeyen birileri de oldu ama bunlar gerçekten son derece istisnai durumlardı ve geleneksel Çerkes kültür ve nezaketi çerçevesinde bir biçimde aşıldı.
İlk kongreyi Kaberdey Halk Cephesi/Adıge Xase lideri NALO Zawur ile Nalçik Rodina Şubesi başkanı YEFENDI Cılaxhsten yönettiler. Onların kongreyi fevkalade büyük bir ehliyet ve liyakatle, engin bir sabır ve geniş bir hoşgörü anlayışıyla örnek alınacak bir objektiflikle yönettiklerini toplantıya katılan herkes takdirle karşıladı. Hatko Fethi Recep de Hollanda'daki hazırlık toplantısının ev sahibi olarak organizasyon komitesinde yer aldı, saygı, itibar ve iltifat gördü.
Genel kurulda ŞŞENIBE Yura ile yan yana oturuyorduk. İçinde bulunduğu siyasal ve yasal koşullar nedeniyle delege olarak değil, konuk sıfatıyla katılmış olan Türkiye delegasyonuna genel kurul tarafından delege statüsü verilmesini öneren ve savunan, hatta her şey bizden önce hazırlanmış olduğundan bir bakıma "pişmiş aşa su katmak" anlamına gelebilecek gibi olmasına karşın Türkiye delegasyonunun hazırladığı tüzük taslağını, görüş ve önerilerini sunmasını öneren ve savunan da ŞŞENIBE Yura idi. ŞŞENIBE Yura Dağlı Halklar Birliğinin esas itibariyle Kuzey Kafkasya'da yaşayan halkların (yanlış anımsamıyorsam 40 dolayında halkın) barış içinde birlikte yaşamasına katkı amacıyla ve esas itibariyle Kuzey Kafkasya coğrafyasında faaliyet gösterecek bir kuruluş olduğunu, buna karşılık DÇB'nin Adıge ve Abaza halklarının yaşadığı bütün coğrafyalara uzanacak bir ulusal yapı olduğunu gayet iyi biliyor, kabul ediyor ve söylüyordu.
Bizim Nalçik'e ulaşmamızdan bir gün önce organizasyon komitesi öncülüğünde yapılan çalışmalar sonucunda DÇB'nin Dünya Adıge Birliği olarak kurulması kararlaştırılmış, her şey (antetli kağıtlar, karar ve bildiri taslakları vb) buna göre hazırlanmıştı. Derneğin adı da Duneye Adıge Xas/Duneypso Adıge Xase (kısaca DAX) olacaktı. Kısa adı bile "DAXE = güzel" kavramını çağrıştırdığından herkes tarafından heyecanla ve sevinçle kabul edilmişti.
Türkiye delegasyonu Türkiye'deki derneklerimizin yapısını esas alarak, yalnızca Dünya Adıge Birliği anlayışının doğru olmayacağını, Türkiye'de yerleştirmeye çalıştığımız anlayış ve kapsam doğrultusunda bütün Kuzey Kafkas halklarını kapsayacak biçimde derneğin adının Dünya Çerkes Birliği/Derneği olması gerektiğini savundu. Bir bakıma pişmiş aşa su katmış oldu.
Orada, kurulacak derneğin bütün Kuzey Kafkas halklarını kapsaması savunul(a)madı, (savunulsa belki Abhazların kapsatılması bile sağlanamayabilirdi). Dolayısıyla öncelikle Abhazların kapsatılması hedeflendi ve kotarılmaya çalışıldı. Çünkü Abhazya ciddi bir Gürcü saldırısı tehdit ve tehlikesi ile karşı karşıya idi. Kurulmakta olan böyle bir büyük yapının Abhazları dışlamış gibi bir görüntü vermesi, bize göre hem kendi halkımıza, hem de Gürcistan yönetimine yanlış mesaj vermek olurdu. Halkımızın Abhazya sorununa ilgisini azaltabilir, Gürcü yönetimini yüreklendirebilirdi. Bu nedenle ciddi bir dayatma ve mücadele süreci yaşadık.
Mücadelemizin iki yönü vardı: Birincisi; özellikle Anayurt kökenli Adıge dernekleri ile ABD Adıge Derneği temsilcilerine Abhazların da yapı içinde yer almaları gerektiğini, ikincisi de; Abhazlara Çerkes kavramının kendilerini de kapsadığını kabul ettirmek.
Genel kuruldan çekilmeye varan bütün kozlarımızı oynayarak, Avrupa ve Ortadoğu ülkeleri gibi Türkiye kökenli veya Türkiye'deki anlayış ve uygulamayı yakından bilen dernek temsilcilerinin de katkı ve destekleriyle hedeflediğimiz sonuca ulaşabildik. Anavatan ve ABD Adıge dernekleri delegelerine Abhazların dışlanmaması gerektiğini, Abhazlara da Çerkes kavramının kendilerini de kapsadığını kerhen de olsa kabul ettirdik. Böylece derneğin Dünya Adıge Derneği/Duneye Adıge Xas /Duneypso Adıge Xase (DAX) olarak kararlaştırılmış olan adını Dünya Çerkes Derneği/Duneypso Şerces Xase (DŞX) olarak değiştirttik.
Doğrusunu söylemek gerekirse anadilimizde bulunmayan, bize ait olmayan, başkalarının bize verdiği bir ad olan Çerkes (Adıgece söylenişiyle Şerces) sözcüğü derneğin Adıgece adında sırıtıyor, içimize sinmiyordu. Dünya Adıge Abaza Derneği deyişi de Adıgelerle Abazaların ayrı olduğunu öne çıkardığı ve dernek adını uzattığı gibi gerekçelerle sempatik görünmedi. Çok içimize sinmese de Duneypso Şerces Xase (DŞX) adını kabul ederek derneğimizi kurduk. Daha sonra bu ad Adıgece olarak Duneypso Adıge Abaze Xase (DAAX) olarak değiştirildi.
Derneğin adına yönelik eleştiriler, ne yazık ki, ne denli art niyetli, önyargılı yaklaşıldığını gösteren somut kanıtlardan biridir. Dernek dünyadaki Adıgelerin ve Abazaların derneği olduğuna göre, Adıgeler ve Abazalar da dünyanın farklı diller konuşulan çeşitli ülkelerinde yaşadıklarına göre, derneğin Adıgece, Abazaca, Rusça, Türkçe, Arapça, İngilizce adlarının bulunması kadar doğal bir şey olabilir mi Bunların hepsinin aynı olması düşünülebilir mi İki resmi Adıge diyalekti olduğundan derneğin Adıgeyce adı "Duneye Adıge Abadze Xas" (Dünya Adıge Abaza Derneği), Kaberdeyce adı "Duneypso Adıge Abaze Xase" (Tüm Dünya Adıge Abaza Derneği), Abazaca adı "Duney Çerkes Adgılara"(Dünya Çerkes Birliği/Derneği) olmak durumundaydı. Çünkü bu dillerde bu oluşum böyle ifade edilebiliyor, böyle adlandırılabiliyordu. Aynı şey diğer diller için de geçerliydi. Rusça'da (anladığım kadarıyla İngilizce'de de) Dünya Çerkes Birliği denilebilmesi için bütün dünya ülkelerinin katıldığı bir organizasyon olması gerekiyordu. Oysa DÇB, tüm dünya ülkelerinin değil, Adıge Abaza nüfus barındıran sınırlı sayıdaki ülkesinden katılımla oluştuğundan buna "Dünya" denilemezdi, ancak "uluslar arası" denilebilirdi. Bu yüzden derneğin adı Rusça "Mejdunarodnaya Çerkesskaya Assotsiyatsiya", İngilizce aynı anlamda; "International Circassien Association" (Uluslararası Çerkes Birliği/Derneği) oldu.
Derneğin adı Türkçeye çevrilirken kimi Adıgecesini, kimi Rusçasını veya İngilizcesini tercüme etti. Böylece Dünya Çerkes Birliği, Dünya Çerkes Derneği, Uluslararası Çerkes Birliği, Uluslararası Çerkes Derneği gibi adlar bu yüzden ortaya çıktı. Bu da Türkçe'de böyle adlandırmaların mümkün olmasından kaynaklanan bir durumdu. Bunu bile DÇB'yi karalamak için kullanmanın iyi niyetle, yapıcı eleştiri ile açıklanabilir bir yanı olabilir mi Türkiye'yi tanıtan Kültür ve Turizm Bakanlığını, Türkiye adını Turkey, Türkei, Turquie, Turtsiya vb. gibi farklı yazıyor diye veya Kültür ve Turizm Bakanlığı adını farklı dillerde farklı yazıyor diye eleştirmek, suçlamak haklı olabilir mi
DÇB dünyadaki tüm Çerkeslerin bir biçimde birleşerek oluşturabildikleri biricik demokratik birliğimizdir. Ona hep birlikte sahip çıkmamız, varsa yanlışlarını düzeltmeye, eksiklerini gidermeye, yöneticileri yetersiz veya başarısızsa onları daha yeterli olanlarla değiştirmeye çalışmalı, kendimize güveniyorsak aday olmalı, göreve talip olmalıyız. Karalamakla hiçbir yere varamayız. Hele işi "yok edilsin, ortadan kaldırılsın" demeye kadar vardıranlara akıl erdirmek mümkün değil. Bu neye benziyor, biliyor musunuz? "Hoşuma gitmeyen veya yetersiz veya yanlış yasalar çıkardığı için TBMM'ni ortadan kaldıralım" demeye benziyor. Tamam, bizim hoşumuza gitmeyen, hatta eksik veya yanlış kararlar alınıyor, işler yapılıyor/yapılmıyor olabilir. Ama bu, kurumu ortadan kaldırmayı gerektirebilir mi Olsa olsa yöneticilerini, bazı tüzük maddelerini, tümüyle tüzüğünü, programının bazı yanlarını, tümüyle programını, aksayan yanlar neler ise onları değiştirmeyi gündeme getirmeyi gerektirebilir. Ve de neleri nasıl değiştirmek gerektiğini önermek, talip olmak veya talip bulmak koşuluyla...
DÇB kapatılsın, yok edilsin demek kolaydır ama ondan önce düşünmek gerekmez mi ... Sürgünün başından bu yana DÇB'siz geçen 127 yıllık muhaceret yaşamında DÇB'den daha iyi hangi yapı oluşturulabildi? Daha iyi şeyler var idiyse dünya Çerkesliği niçin DÇB'ye gerek duydu? DÇB'li geçen son 15 yılda ne yapılmak istendi de DÇB engel oldu Kim yapacağı daha iyi şeyler vardı da DÇB yüzünden yapamadı?
Lütfen oynayamayan gelin konumuna düşmeyelim. Biz kabahati yerin darlığına atarak oyun oynamayı öğrenemeyiz. Oynayamadığımızı bilelim ve gerekiyorsa oynamayı öğrenelim.
Çerkes nüfusun yaşadığı ülkelerde genel kabul görebilecek ülkelerarası bir yapı oluşturmak sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. DÇB'yi küçümsemeyelim. DÇB demokratik bir kuruluştur. Dünyanın birçok ülkesinde Kafkas/Çerkes/Adıge/Abaza gibi adlarla kurulu bulunan derneklerin, demokratik sivil toplum örgütlerinin ülke düzeyinde oluşturduğu birlik yapıları tarafından yine demokratik yollarla oluşturulmuştur. Aynı yöntemlerle yönetilmekte, her türlü değişiklik aynı yöntemlerle yapılabilmektedir. Türkiye'nin şu anda 12 delegeliği vardır. Başka ülkelerin de farklı sayılarda (ortalama dörder) delegelikleri vardır.
Çerkes halklarının ulusal varlıklarını, dillerini, kültürlerini koruyup geliştirmelerine, Çerkes halkının ülkesiyle buluşmasına hizmet etmek, yok oluş sürecine karşı durmak, daha yararlı, daha doğru işler yapmak istiyorsak; bizzat DÇB delegesi olmaya, Türkiye'de ve başka ülkelerde beğendiğimiz, güvendiğimiz insanları DÇB delegesi seçtirmeye, Türkiye'de, Anavatanda ve başka ülkelerde seçilmiş delegelerle ilişki kurup onları daha doğru, daha etkili işler yapma konusunda etkilemeye, yönlendirmeye, beğendiğimiz ve güvendiğimiz insanları yönetime getirmeye çalışabiliriz. Bu son derece doğal, yararlı, gerekli ve saygın bir çaba olabilir. Ama hiç bunları yapmaya çalışmadan karalamaya, saldırmaya kalkmak, işi yok edilsin, ortadan kaldırılsın noktasına götürmek Çerkes kültür ve terbiyesi almış birilerine yakıştırılabilir mi Ben, işi bu noktalara kadar taşımış gibi görünen arkadaşlarımızı da suçlamadan, bunları, provokasyonlarla sürüklendiğimiz talihsiz bir sonuç olarak değerlendirmek ve herkesi hiç değilse bundan sonra provokasyonlara kapılmamaya, provokasyonlar karşısında daha dikkatli ve ihtiyatlı olmaya davet etmek istiyorum. Dikkat edelim, bu provokasyonlar bazen kendi duygusal alt-benimizden, egomuzdan da kaynaklanabilir. Şayet söyleyeceğimiz her sözde, yazacağımız her yazıda bunun ulusal sorunumuzun çözümüne yapabileceği katkıyı veya verebileceği zararı düşünüp hesaplayabilirsek, o zaman başkalarından gelebilecek provokasyonların yanı sıra, bizzat kendimizden kaynaklanabilecek provokasyonlara karşı da kendimizi koruyabiliriz.
Daha sonra devam etmek üzere şimdilik burada kesiyorum. Marje üyelerine sevgi ve selamlarımla...
Fahri Huvaj
Etiketler:
dçb odaklı tartışmaların temelleri sanal ve önyargılı