NART
NART

GİRİŞ
Kullanıcı Adı

Şifre





>Üye Değilim     >Şifremi Unuttum

ETİKET BULUTU

MÜZİK ÇALAR
4SIMD.MP3
4WORED3.MP3
apsuva
8
13

Nart Ajans Reklam

HABERLER / Cemiyet Haberleri

Notice: Undefined variable: db in /home/nart/public_html/arsiv.nartajans.net/function.php on line 6

Warning: mysqli_query() expects parameter 1 to be mysqli, null given in /home/nart/public_html/arsiv.nartajans.net/function.php on line 6
BİR ÖYKÜ - SIZI

Mavi boncuklar arabanın dikiz aynasında bir o yana bir bu yana sallanıyor. Tanımadığım dört kişi ile birlikte şehrin bir ucundan, diğer bir ucuna doğru gidiyorum.
02-09-2007 - kez okundu

Dolmuşun ön koltuğunda oturan genç kızın konuşmasını dinliyoruz hep birlikte. Kızımızın canı sıkkın, sevgilisinden ayrılmış üç gün önce. Kafasını dağıtmak için alış veriş yapmaya çıkmış. Şöyle Zafer Plaza'da biraz dolaşacağım, alış veriş yapar hafiflerim biraz, diyor telefonun diğer ucundaki kişiye. Sağ yanımda oturan otuzlu yaşlarında, iri kemikli, tombul, sarışın, genç adam ise, bir yandan oturduğu yere sığmaya çalışıyor, diğer yandan da eliyle terini siliyor. Genç adam bende, yoğun iş temposu içerisinde işiyle ilgili bir yere yetişmeye çalışan bir insan izlenimi uyandırıyor. Ağzında sakız, aşk acısını bizimle paylaşan kızın sözde sıkıntısı, sarışın, iri adamın yüzünde kocaman alaycı bir gülümsemeye neden oluyor. Adam kendi iş sıkıntıları ve genç kızın yaşamının merkezindeki aşk sıkıntısı arasında bir karşılaştırma yapıyor gibi. Dinlemek zorunda kaldığım bu aşk öyküsü benim yüzümde de donuk bir gülümsemeye neden oluyor aslında. Genç kızın ağzındaki iki çiğnemede tadı kaçan sakız gibi, yaşanan yavan sevdalar; yeni bir ayakkabı ya da bir pantolon alımıyla dinen aşk acıları şaşırtıyor beni. Aşk değişti artık. Sadece aşk mı, emek, barış, dürüstlük gibi kavramların anlamları, hatta dünyanın düzeni bile değişti artık. Hızlı değişimin güzellikleri söküp alması ise, içimi acıtıyor. Gövdesi ve gövdesindeki binlerce dalı, binlerce yaprağı söküp atılan bir çınarın acısına benzer bir acı bu. Koca gövdesi kesilen bir çınarın kökleri ne kadar sağlam olursa olsun artık güdük bir çınar olması kaçınılmaz. Bu çınar metaforu da nereden çıktıysa şimdi? Yine biraz uçtum galiba. Bu arada sol yanımda oturan, sol kulağı küpeli, omuzlarına inen katlı kesilmiş saçları pırıl pırıl jöleli, pantolonunun zincir kemerli beli kalçasına kadar inik, ufacık tefecik delikanlı da buralardan çok uzaklara uçmuş gibi. Delikanlı walkmaninden kulağına gelen ezgilerin ritmiyle başını iki yana sallarken, arada bir de eliyle Charles Bukowski'nin "Ölüler Böyle Sever" kitabını karıştırıyor. Bizi şehrin bir ucundan diğer ucuna götüren dolmuş şoförü ise, yüzünde Bezgin Bekir ifadesi, sol dirseğini açık camın kenarına dayamış, başını da yumruk yaptığı sol eline yaslamış bir halde yolu seyrediyor. Boş ver Şoför Bey, hiçbir yol bitmeyecek kadar uzun değildir, demek geçiyor içimden. Biten bir aşk hikâyesinin bütün ayrıntıları, fonda "Erkekler Ağlamaz" şarkısıyla kulaklarımızda çınlarken; yoğun ter kokusu, ağır parfüm kokusu ve naneli sakız kokusu da burnumuzda iyice yoğunlaşıyor. Bu sırada bense arabanın en kötü konumunda dört bir yandan çevrelenmiş durumdayım. Dolmuşun arka koltuğunda ortada otururken, dört duyumu da köküne kadar duyumsuyor ve gideceğim yere çabucak ulaşmayı umuyorum. Yapacak bir şey yok, kendi kendime oyunlar bulmalıyım. Önümüzden giden arabaların plakalarından dokuz çıkarıp fal bakıyorum bir süre. Ama yok, bu da içimdeki sıkıntıyı iyice çoğaltıyor azaltacağına. Aynaya bakıyorum, bu kez de yanımdaki çılgın delikanlıyı seyrediyorum. Walkmaninin bir kulaklığını alıp kulağıma dayamak istiyorum. Delikanlının dinlediği müzik beni biraz olsun buradan uzaklaştırabilir, buna eminim. Ya da Bukowski'nin kitabını mı kapsam çocuğun elinden. Ne kadar uzun zaman oldu bu tarz kitaplar okumayalı. Ama aklımdan geçen bütün bu edimleri yapamam. Yapabileceğim tek hareket hanım hanımcık arabanın arka koltuğunda oturup, aynaya bakmaya devam etmek. Ben de öyle yapıyorum. Bu sırada mavi boncuklar bir o yana bir bu yana sallanmaya devam ediyor. Gözlerim boncuklarda, onların hareketlerini takip ediyorum uzun bir süre. Tam bu an önde oturan genç kız telefon konuşmasına devam ederken bir yandan da "Şoför bey, Plaza'da inecek var." diyor. Sürücü de genç kızın konuşmasından sıkılmış olacak ki, yolcu indirme bindirme yapılmadığı halde tam Plaza'nın yanında sert bir fren yapıp genç kıza, "Buyurun inebilirsiniz." diyor. Genç kız arabadan indiği gibi üçümüz de şöyle bir yerimizde kıpırdanıyoruz. Parfüm kokusunun ve gürültü kirliliğinin azalması sanırım üçümüzü de rahatlatıyor. Solumdaki aykırı delikanlı ise halen başka bir boyutta. Gözleri kapalı, başını sallarken, bacaklarıyla da ritim tutuyor. Bu arada ikide bir benim sol bacağıma da vuruyor, ama neyse. Şoför vitesi bir, iki ve üçe takıyor sırayla. Araba hızını buldu diye düşünüyorum kendi kendime. Mavi boncuklar bir o yana bir bu yana daha da hızla sallanmaya başladı şu an. O da ne? Mavi boncukların arasından bakan sert bakışlı yeşil gözler bana hiç de yabancı değil. Babam. Tam da şimdi acı bir fren yapıyor Bezgin Bekir sürücü. Acı fren yüzünden sol yanımdaki buralardan çok uzakta olan delikanlı bile aramıza dönüyor. Ne şeref! Bu kargaşada kulaklıklarını anında çıkarıyor kulaklarından. Kocaman kara gözleri daha da büyüyor. Bütün bu hareketler yapılırken, hep birlikte öne doğru gidip geliyoruz. Tabii arabanın arka koltuğunda ortada oturan ben durumdan en fazla etkilenen kişi oluyorum. Ani frenin etkisiyle alnım arabanın dikiz aynasına çarparken, sol gözüm mavi boncukları daha da yakın takibe alıyor. Sağ gözüm ise arabanın önünde dimdik duran babama bakakalıyor. Şoför "Amca ne yapıyorsun, ezileceksin. Biraz aşağıda trafik lambası var. Yaya geçidi var. Durup dururken başımı belaya sokacaksın!" diye bağırıyor kızgın bir ses tonuyla. Sağ yanımdaki tombul, sarışın adamın şoförün konuşmasına katıldığını, ağzından çıkan çık çık seslerinden anlıyoruz. Babam ise şoförün bağırışını dinlemiyor bile. O sırada yere düşen Antep işi sedef işlemeli bastonunu yerden kaldırıp arabaya doğru sallıyor. Ardından hiç birimize bakmadan hızla yoluna devam etmeye başladı bile. İşte şimdi içimden katıla katıla gülmek geliyor. Babam gözümün içine içine baktığı halde beni bile tanımadı. Ama bu tavrı beni hiç şaşırtmadı. Çünkü onun şu anda yalnızca karşıdan karşıya geçmeyi düşündüğünü biliyorum. Trafiği alt üst etmiş olmak da onun umurunda değil. Amacına ulaşması için bu kadarcık karışıklık hiç önemli değil. Bu yolları bir uçtan bir uca geçme davranışı seksen yaşındaki babamın yaşamla oynadığı oyunlardan yalnızca biri. Kırmızı ışık, yaya geçidi, alt geçit onun hiç tanışmadığı kavramlar. O yolun karşı tarafına geçmek istediği an, sadece yürür hedefine doğru. Şimdi de böyle oldu. Utanıyorum arabadakilerden. Amca benim babam, diyemiyorum. Yalnızca, Şoför Bey beni uygun bir yerde indirin, diyebiliyorum. Arabanın arka camından babama doğru bakıyorum. Bıçaklı bastonunu sallaya sallaya yolun bayağı aşağısına inmiş bile. Buralar pek onun gezdiği mekanlar değil. Uzun uzadıya yürüyemediğinden pek gelmez şehrin bu bölgesine. Ne işi ola ki buralarda? Zar zor iniyorum arabadan. Bukowski'yle yaşamda başarılar demek istiyorum, bana yol veren delikanlıya. Ama ağzımdan, sağ ol, tümcesi çıkıyor yalnızca. Babamı gözden kaçırmamalıyım. Kalabalığın arasında onu gözden kaybetmemek çok güç ama, gözlerim beni yanıltmıyorsa babam Plaza'nın köşesine varmak üzere. Eminim yeni bir hedef belirledi kendine. Ve kendinden emin bastonunu sallaya sallaya hedefine ulaşacak birazdan. Ona yetişmeliyim. Kapalıçarşı girişindeki dolmuş durağından yokuş aşağı insanlara çarpa çarpa koşuyorum. Alnım da sızlamaya başladı şu an. Şişmese bari, diye düşünüyorum. Elimle alnıma dokunurken, bir yandan da gülüyorum kendi kendime. Babamın kızı olmak demek, her an yeni bir sürprizle karşılaşmak demektir. Ne sürprizler yaşatmamıştır ki bana. Bir gün zamanın başbakanına telefon etmiştir örneğin. Başbakana ulaşamamış ama başbakan yardımcısıyla konuşmuş ve aynı bakana o dönemin politik ortamıyla ilgili yapılması gerekenleri belirtmiştir. Telefon numarasını alan Bakan, dönemin Başbakanı Ecevit'in onu arayacağını söylediği için, kendisine telefon geleceğinden emin günlerce evde telefon beklemiştir. Lapa lapa kar yağdığı bir gün de, seksen yaşında yaşlı bir adam olduğunu düşünmeden, asker olan torununu görmek için Bolu'ya arabasıyla gitmiştir. Yine başka bir gün, beş yaşındaki torununun yıl sonu gösterisine elinde kocaman bir buket çiçekle gelmiş ve çiçeği bir kucak sakallı dede olarak, gösterinin sonunda mini etekli, sunucu genç kıza vermiştir. Benim renkli babam bu gün neler karıştırıyor acaba? Plaza'nın köşesinden döndü bile. Ben de daha hızlı koşmalıyım. Çevremdekiler bana garip garip bakıyorlar bu koca kadın nereye yetişiyor, ya da nereden kaçıyor, diye. Sağ salim Plaza'nın Pirinç Han'ın yanındaki girişine geldim. Sanırım babam içeri girdi. Çünkü ne Pirinç Han'a doğru, ne de kırmızı ışıklara doğru baktığımda ona benzer birini görüyorum. Ama ne işi var ki burada? İşte orada. Yürüyen merdivenle üst kata çıkıyor. Sesini de duyuyorum. "Sağ olun delikanlılar. Aaa dede demek yok ama bozuşuruz. Amca denecek yaştayım. Ne gülüyorsun kara kız geceleri saymazsan kırk yaşındayım." diyor. Bu arada bütün mağaza gür sesiyle çınlıyor. Süslü bayanlar dönüp ona bakıyorlar garip garip. Ama kimin umurunda! Ben de yürüyen merdivenlerden çıkıyorum. Şimdi anladım. Geçen gün bana, nerede güzel bir şapka bulabileceğini sormuştu. Ben de ona burayı tarif etmiştim. "Ne kadar inatçısın baba. Hani şapkayı birlikte alacaktık?" diyerek babamın koluna giriyorum. Oldum olası onu böyle şaşırtmayı severim. Yine şaşırdı ve yine beni gördüğü için mutlu oldu, bundan eminim. "Ohh! sen de nereden çıktın?" diyor gülümseyerek. Ardından, "Ben kendi kendime her işimi görürüm. Size ihtiyacım mı var?" diyor, ama alnımdan da öpüyor minnetle. Bu arada satıcı kız garip garip bizi seyrediyor. " Kendi kendine işini göreceğine hiç kuşkum yok. Bu arada trafiği yine alt üst ettin bakıyorum" deyip başımı iki yana sallıyorum. Anlamamazlığa geliyor. Yüzü ifadesiz, "Ne yapmışım ki? Yoldan karşıya da mı geçmeyeceğiz artık. Esir miyiz?" deyip omuzlarını kaldırıyor. Söze devam etmenin anlamı yok. O da aynı şeyi düşünüyor sanırım. Sırtımı sıvazlayıp tezgâhtar kıza beni tanıtıyor. "Benim kızım, öğretmendir." Sanki kızın çok umurunda benim öğretmenliğim. Ben de sıkıntıyla sırıtıyorum bir an. Yüzüm de kızarmaya başlıyor. Kız ise, çaresiz ve de ilgisiz bana gülümsüyor. Ardından şöyle yakışıklı bir şapka istiyorum, diyor genç kıza. Genç kız birkaç şapka gösteriyor, beğenmiyor babam. "Şöyle lacivert, keten, önü saç örgülü şapka yok mu" diyor ortadaki şapkaları karıştırırken. Anladığım kadarıyla sakallı hacı babam Lenin şapkası istiyor, yine gülmek geliyor içimden ama kendimi tutuyorum. Kız istediğine yakın bir şapkayı ona gösteriyor. Kasketi takıp aynada kendine bakıyor. Fazla düşünmeden, tamam bu olsun, diyor. Aklından yine bir şeyler geçiyor gibi, bir süre sessiz çevreye bakınıyor, bir zaman sonra "Eskiden fötr şapka takardım. Kızım sergen şapka var mı ?" diyor genç kıza. Kız var dede, derken babam yine aynı konuşmayı yapıyor. "Dede dersen bozuşuruz hanım kız." diyerek oyuna devam ediyor. Satıcı kız da sonunda eğlenmeye başladı. Tamam amca diyerek, bordo saten kurdeleli fötr şapkayı uzatıyor ihtiyar delikanlıya. Babamın gözleri ışıl ışıl, hevesle aynadaki görüntüsüne bakıyor. Aynada kırk yaşındaki yüzünü görmeyi uman yüzü birden kararıyor. "Hey gidi hey! Yüzüm insan kılığından çıkmış." derken şapkayı hızla başından çıkarıp, "Hanım kız al bakalım amcanın sergen şapkasını.Bizden geçmiş." diyerek fötr şapkayı genç kıza uzatıyor. Canı sıkkın ama belli etmeye niyeti yok. Sen bizim işimizi gör bakalım kızım, deyip kasaya doğru ilerlerken eğlenceli tavrı kayboluyor. Aldığı Lenin şapkanın parasını ödedikten sonra şapkayı başına takıp dışarı çıkıyor. Dışarıda Plaza'nın girişindeki merdivenlerin yanında, başını gökyüzüne kaldırıp "Güneş bu gün çok tepede. Bir bildiğimiz var. Şapkayı boşuna almadık her halde. Şimdi de yarışlara gideceğim." deyip bastonunu yere vura vura yürümeye başlıyor. "İstersen sen de gelebilirsin. Bende teklif var ısrar yok. Bir de yemek ısmarlarım. Benimle gezenin canı sıkılmaz." diyerek konuşmasına devam ediyor. Tam bu sırada yine yola çıkıp kendisinden beklenmeyen bir hızla yolu yararak, trafiği de alt üst ederek yolun karşısına geçiyor. Arkasından, yüzüm kıpkırmızı olmuş bir halde, yoldan geçen arabaları görmezliğe gelerek, ben de yolun karşısına geçiyorum. O arkasına bakmıyor bile, çünkü geleceğimden emin. Bastonuyla el edip bir taksiyi durduruyor ve herkesin tersine, vücudundan önce başını taksiye sokarken, şoföre alel acele, "Koşu sahasına gideceğiz." diyor. Şoförün gideceğimiz yeri anlamadığını seziyor ve "Şoför Bey, hipodroma gideceğiz." diyorum. Lenin şapkasını gözlerine doğru indiren babam gür sesiyle "Nerelisin evladım?" diye şoförle konuşmaya başladı bile. Bense gülümseyerek dışarıyı seyrederken, bakalım bu gün nasıl bitecek diye düşünüyorum. *********************** Ufacık mavi boncuklar iki kara gözün arasından bir o yana bir bu yana sallanıyor. Kara gözlerin sahibi ise bir yandan burnunun üzerindeki boncukları izlerken, diğer yandan da durduğu yerde başını sallamayı sürdürüyor. Babam başını iki yana sallayıp kişneyen atı işaret edip, "Bu hayvan sinirli, ne yapacağı belli olmaz. Yarışı kazana bilir, ama canı istemezse koşu sahasına bile çıkmaz." derken, benim gözlerim atın burnunun üzerindeki mavi boncuklarda. "Güzel bir hayvan ama." diyorum. Babam kendinden emin "Bak bu doğru. İyi bir atın güzel olması lazım. Ama yalnız güzellik yetmez. İyi koşacak hayvanın ön göğsü geniş, arka ayakları açık olmalı. Kulaklarının da her zaman oynaması lazım. Senin hayvanın duruşunda hayır yok. Arka ayakları yan yan basıyor. Sen karşıdaki alnında beyaz nişan olan kahverengi ata bak. Beli uzun, ön göğsü de geniş. Hay maşallah duruşuna bak. Bu hayvan iyi kaçar. Haa, birde bir hayvanın iyi koşması süvarisine de bağlıdır. Süvarisi atının dilinden anlamalı. Bu atın adı neymiş, bak bakalım. Unutma bu atı. Kesin önde bitirecek yarışı."deyip atların dinlendiği açık ahırdan çimenliğe doğru yürümeye başlıyor. Ben de babamın seçtiği atları elimdeki listede işaretliyorum. Mavi boncuklu inatçı atın adını da işaretliyorum. Sevginin açıklaması yok. Seversin sadece, içinden öyle gelir; bir bakış, bir tavır, bir mavi boncuk seni birine, bir şeye yaklaştırıverir. Ufacık bir kız çocuğuydum babamla at yarışlarını seyretmek için hipodroma ilk geldiğim zaman. O yıllardan bu yıllara çok şey değişti. Babam yaşlandı, ben kocaman bir kadın oldum, şimdi benim ufacık bir kızım var. Ben kızımı hiç buralara getirmedim, ne yazık! Babam her sene yarışlarda buraya gelir. Hiç ganyan falan da oynamaz. Onun tutkusu atlar ve yarışları seyretmektir. Bir de böyle tahminde bulunmak. Bu güne kadar hiç yanılmadı, beğendiği atlar hep derece yaptı. Onu kızdırmak istiyorum, "Baba bence kahverengi at yarışı kazanamayacak" diyorum. O, bastonu yanlamasına tutan elleri arkasında, başı önüne eğik, "Bir takım elbisesine iddiaya girelim istersen." diyor istifini bozmadan. Hiç niyetlenmiyorum bile, ona on yıl önce aldığım takımlık kumaş geliyor aklıma. O gün, bir yandan bıyık altından gülerken bir yandan da bana hiç acımadan en kaliteli kumaşı seçmişti. Bu konuşmanın nasıl devam edeceğini çok iyi biliyorum. Ben, babamın birazdan anlatacağı ve benim belki de ezbere bildiğim bazı olayları dinlemekten hiç bıkmadım. Konuşmaya başladı işte. "Okumayı öğrenmeden önce ata binmeyi öğrendim ben. Bizim gençliğimiz at üstünde geçti. Askerliğimi de süvari olarak yaptım. Heyy, ne günlerdi o günler! Şimdikiler askerlik yaptığını sanıyorlar." derken gözleri dalmaya başladı. Biz bu sırada yarışların yapılacağı yerden bayağı bir uzaklaştık. Ahırların yakınına geldik. Kalabalık uzakta kaldı. Sanki hipodromda değiliz. Şehirden çok uzakta bir çiftlikteyiz, ya da buralara çok uzak olan köyümüze gelmişiz gibi. Yeşil çayırların rüzgarın etkisiyle çıkardığı sesin, babamı da buralardan çok uzaklara götürdüğüne eminim. Bastonunu yere fırlatıyor aniden. Ve iki eliyle çitlere dayanıyor. Çayırlara ve uzaktan atlara bakıyoruz. Yine konuşmaya başlayacak. "İki sene diye gitmiştik askere. İkinci Dünya Savaşı yıllarıydı. İki yıl derken askerliği uzattılar. Dört yılda terhis olduk." diyor. Ben de her zamanki konuşmalarımı yapmalıyım. Söze başlıyorum; "Ne şansızmışsın baba. Neredeyse gençliğini bitirip dönmüşsün askerden. Yirmi yaşında git, yirmi dördünde dön. İnsan yaşamında çok uzun bir zaman dilimi." O cevap vermiyor. Yine uzaklara daldı. Hafif kemerli burnundan ince ince soluk alış veriş seslerini duymaya başladım. Bu sesler boşuna değil. Babam ya duygulandı, ya da sinirlenmeye başladı. Ama konuşmanın gidişatını düşününce duygulandığına karar kılıyorum. Yüzüne böyle yandan bakınca hiç de seksen yaşında bir adam gibi görünmediğini düşünüyorum. Hoş önden bakınca da durum pek farklı değil. Sert bakışlı, kemerli burunlu ve kalın dudaklı babamın kırışıkları çok fazla değil. Gelecekte ona çekmeyi umuyorum. Biz kadınlar bir garibiz, nereden aklıma geldiyse şimdi bu genç gösterme olgusu. Biçimli parmaklarını birbirine kavuşturup konuşmaya başladı yeniden. "Eyy, zor günlerdi. Ben askere giderken abim veremli yatıyor, kız kardeşim ve annem evde. Babam Kurtuluş Savaşı'nda Eskişehir Bilecik yöresinde müfreze komutanıydı. Beş yüz kişilik çetesi vardı. Savaş sonrası hükümetin verdiği hiçbir hediyeyi kabul etmeyip, sadece tabancasının teskeresini almış. O zamanlar insanlar şimdikiler gibi değil. Eskişehir'de koca Hasırca Çiftliği'ni kabul etmemiş babam. Ardından bir sürü olay ve sıkıntılı dönemler yaşanmış, hükümetle arasında. Koca Yetim İbrahim hasır üstünde öldü. Biz beş kardeş çok sıkıntı çektik. Askere giderken cebimde yirmi beş lira vardı. Askerliğim sırasında ailemden bana gelecek başka bir para da yoktu. O yüzden askerde çavuşluk kursuna girdim. İlkokul üçü bitirmişim. Kafam çalışıyor fakat yazım yok. Gündüz ders görüyorum. Gece yazıyı temize geçiriyorum. Gaz lambası alacak param da yok.Bir boya kutusu delip, ortasına uçkur koyup gaz yakıyorum. O sırada Binbaşı Kadri Aygen geldi yanıma. Oğlum ne bu halin, dedi. Durumum nasıl bilmiyorum. Meğer gazdan bütün yüzüm simsiyah olmuş. Binbaşı bana acıyor ve on lira para veriyor. Her neyse lafı fazla uzatmayayım. Sınav zamanı gelip çattı. Ata benim kadar iyi binen yok. Yazılı şeyleri de hallettim mi çavuşum." İşte ağzı da seğirmeye başladı. Birazdan delikanlılık haline dönecek. Gözlerinde yirmi yaşında bir delikanlının ışıltıları parlayacak. İnsanın bütün organları zamanla sahibine ihanet ediyor. Ama bir tek şey var ki, o da gözlerin ışıltısı. Gözlerde parlayan ışıltı altı yaşındaki kızımda nasılsa, seksen yaşındaki babamda da öyle. "Bütün komutanlar, erler, alandaki askerler atlarının üzerinde. İlk sınava girecek olan benim. Yaşamım boyunca kaybetmediğim özelliğim, o gün de bende mevcut. O da kendine güven. O geceki nöbetçi amiri binbaşı bana döndü, 'Erbaş beş adım öne! Karşı tepenin ardında düşman var. Ne yapacaksın?' diyor. Ben hiç beklemeden en gür sesimle, tepeye çıkıp bakacağım komutanım, diyerek atıma kamçıyı vuruyorum." İşte gözleri ışıl ışıl, gür sesiyle sanki asker ocağındaymışçasına bağırmaya başladı. "Eee sonra ne oldu baba?" diyorum ben de, sonra olanı bilmezmişim gibi. "Sonra tepeye çıktım, fakat tepede bir tane bile ağaç yok. Attan indiğimde atı bağlayabileceğim tek bir dal bile yok. O sırada çocukluğumda yüz beş yaşındaki Şuayip amcamın benimle yaptığı konuşma geldi aklıma. O, Kafkasya'da atları bağlayacak bir yer bulamadığımızda atın başını büküp gemi kolona bağlardık, derdi. Ben de içim kıpır kıpır, atın başını büküp, gemini kolona bağladım. At kendi çevresinde dönmeye başladı. Rahatlamıştım. Nefesimi kontrol edip hızla tepeden aşağıya doğru indim. Güya düşmanı imha edip tekrar atın yanına geldim. Hızla gemi kolondan söktüm. Uzatmayayım atın sırtında, hızla komutanların yanına geldim. Birinci Ordu Komutanı Orgeneral Cemil Cahit Toydemir, ben atı kolona bağlayınca, bu çocuk hangi millet bilin bakalım, demiş. Herkes bir şey söylemiş. O da bak gelince soracağız bu çocuk Çerkes, atı böyle bağlayanlar Kafkasyalılardır, demiş. Ben yanlarına geldim. Kırk altıncı Süvari Alayı Dördüncü Bölükten Erbaş Zaim Baba düşman kuvvetleri imha edilmiştir komutanım, diye bağırıyorum." Konuşmanın bundan sonrasını her dinleyişimde içim burkuluyor. Bu güne kadar karşılaştığı en zor, en acıklı olaylarda bile bir tek göz yaşı dökmeyen ve zaman zaman, yaşananlara gereğinden fazla duyarsız olduğunu düşündüğüm babam, bu olayı her anlatışında ağlar. İşte bu da benim içimi çok acıtır. Gözleri kızarmaya başladı bile. "O sırada komutan sözümü kesiyor, dur bakalım evladım, sen hangi millettensin, diyor. Ben askere gelirken amcalarım askerde Abhaz olduğunu söyleme demişlerdi. O yüzden cevap verirken tedirgin oluyorum. Çekinme oğlum söyle sen Çerkes misin, diyor Cemil Cahit Paşa. Sonunda evet diyorum. Nerelisin? Bilecikliyim. Dur bakayım, sen Yetim İbrahim Bey'in oğlu musun yoksa? Burnun aynı onun burnu. O sırada Alay Komutanı Albay Hulusi Alkan da heyecanlandı. Sen Elmas'ın oğlu musun? Elmas'ın oğlu benim yanımda asker olacak ve benim bundan haberim olmayacak, diyor. Savaş sırasında az ekmeğini yemedik annenin. İstanbul'dan Anadolu'ya geçerken sizin orada toplanırdık diyor, komutanım. O sırada Cemil Cahit Paşa herkesi susturup konuşmaya başlıyor. Benim başım önümde. Efendiler! Bu gün burada gördüğünüz bu çocuk çok daha iyi yerlerde olabilirdi. Sizin gibi bir asker yahut bir tabip olabilirdi örneğin. Ama babasının başından geçen olumsuz bazı olaylar, bu çocuğun yaşamını alt üst etti." Bütün isimleri, bütün ayrıntıları sanki dün başından geçmiş gibi anımsaması beni her seferinde çok şaşırtıyor. Konuşmanın sonrasını getiremeyecek eminim. Yemyeşil gözlerinden ip gibi yaşlar akmaya başladı bile. Eğilip otların üzerinde duran bıçaklı , sedef işlemeli bastonu kaldırıyorum. Babamın koluna giriyorum, "Boş ver baba yine iyi durumdasın." diyorum gülümseyerek. "Allah'a şükür kızım. Su aka aka yolunu bulur" diyor. Omuzlarını dikleştirip, sert yüz ifadesini yüzüne tekrar yapıştırıyor."Ahh ama bir beşi bitirseydim beni kimse tutamazdı." Yarışların yapılacağı alana doğru yürümeye başlıyoruz. Ben "Özgüvenine hayranım baba. Senin yarın kadar kendime güvenmek isterdim." derken, o biraz önceki konuşmayı unuttu bile. "Ben dinleyiveririm kızım. Beni hiç kimse ilgilendirmez. Hiç unutmam durumumun iyi olduğu dönemlerdi. Kasabaya zamanın Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel gelmişti. Cumhurbaşkanını karşılamak için hepimiz sıraya girmiştik. Benden öncekiler sırayla kim olduklarını söyleyip hoş geldiniz diyorlar cumhurbaşkanına. İşte kaymakam, hâkim, baştabip falan kendilerini tanıtıyorlar. Sıra bana geliyor." derken yürümekten vazgeçti. Kalabalığın ortasında ikimiz de durduk. Sağ elini omzuma koydu. Alandaki herkes bize bakıyormuş gibi geliyor bana. O yine kimse yokmuş gibi bütün sesiyle konuşmaya başladı. "Sıra bana gelince durdum ve Sayın Cumhurbaşkanım ben de Türk vatandaşı Zaim Baba dedim. Cumhurbaşkanı birden durdu ve benim sırtımı sıvazlayıp, 'Aferin evladım. Vatandaşlıktan daha iyi unvan mı olur? Bana sen lazımsın. Buradakiler hepsi mecbur gelecek, ama senin buraya gelmen önemli' dedi." Bu arada tekrar yürümeye başlıyoruz. Tribünlere geldik. Ben tam bir yerlere oturmak üzereyim ki babam öne doğru ilerliyor. Ben nereye baba, derken o en öndeki protokol koltuklarına oturdu bile. Çaresiz ben de yanına oturuyorum. Bu sırada mavi boncuklu at yarış sahasına geliyor. Arkasında alnı beyaz noktalı kahverengi at da var. *********************** Oturduğum yerden gözlerimi karşı duvara çevirdiğimde kocaman bir nazar boncuğundan gözlerimi alamıyorum. Göz biçimi verilmiş ahşap çerçevenin içinde, mavi boncuktan bir göz bana bakıyor. Gözün hemen yanında alnının ortasında beyaz bir leke olan kahverengi bir İngiliz atının fotoğrafı var. Başımı lokantanın camlarından dışarıya doğru çevirdiğimde ise, gözlerim Plaza'nın piramidinin yanıp sönen ışığına dalıyor. Uzaklardan bir yerden "Erkekler Ağlamaz" şarkısını duyuyorum. Yan masada yetmiş yaşlarında, başında Lenin şapkası olan, top sakallı bir bey oturuyor. Karşısında oturan başka bir beyle dalgın dalgın konuşurken, Küba purosu içiyor. Bu akşam buraya kızımın on sekiz yaşını kutlamak için geldik. Gülümseyerek kızıma dönüyorum. Ona "Bu güne kadar seninle hiç at yarışı seyretmeye gitmedik. Bir gün mutlaka koşu sahasına gitmeliyiz." diyorum. Kızım garip garip gülümsüyor yüzüme. Bense duvardaki kocaman göze, kimseye belli etmeden göz kırpıyorum. O an alnımın ince ince sızladığını da duyumsuyorum. Şafak PALA safakpala2004@yahoo.com

Etiketler:
bir öykü - sızı

YORUMLAR
Yorum yapmak için giriş yapın...

MIZAGE DERGİ YÖNETİCİLERİ KAYSERİ'DE
KARAÇAY-BALKAR KÜLTÜR VE YARDIMLAŞMA DERNEĞİ 13. GENEL KURULU.
AYŞE & HAKAN EKER GELİN ALMA
ÇAĞDAŞ SANATLAR MÜZESİ'NDE MIZIKA DİNLETİSİ
ESKİŞEHİR KUZEY KAFKAS KÜLTÜR VE DAYANIŞMA DERNEĞİ CİHAN ERTOK İLE DEVAM DEDİ
ESKİŞEHİR KUZEY KAFKAS KÜLTÜR VE DAYANIŞMA DERNEĞİ GENEL KURULUNU YAPTI.
KAFKASYA UÇUŞLARI BAŞLADI
ARDA ARGUN'A LEON NİŞANI
ADİGE MİLLİ KIYAFET GÜNÜ KUTLANDI
KAFDAV YAYINCILIK ESKİŞEHİR KİTAP FUARINDA
/ 599>

EN ÇOK OKUNANLAR
Kayıtlı başka haber bulunmamaktadır