HOMOJENİZASYON VE TAHAMMÜLLÜ OLMAK
Türkiye'de 'Türkler' dediğimiz nüfus, aslında Türk olmayan ama Türk kültürel havzasının etkisi altındaki unsurları da barındırır, bunlar aslında nüfusun önemli bir kısmını oluşturur. Bu gerçeğin kabulü, homojenizasyonu bozduğuna inandığımız unsurlara tahammülümüzün artmasını mümkün kılar
07-01-2008 - 5 kez okundu
1927 nüfusu sayımına göre Türkiye nüfusu 13 milyon 648 bin kişidir. Yani bugünkü ülkemiz yetişkin nüfusunun büyükanne ve büyükbabalarının sayısı bu kadardı. Peki, bu insanların, Atatürk dâhil, ne kadarı Türkiye sınırları içinde doğmuştu? Araştırmalar, 19.yüzyılın ortasından Cumhuriyet'in kuruluşuna kadar göç süreci içinde, Anadolu topraklarına, ölenler hariç, 5 milyon civarında 'Türk Müslüman' nüfus geldiğini öne sürmektedir.
'Göçmenlik' günleri
Bu 5 milyon kişinin geldiği tarih ve yerler şöyle detaylandırılmaktadır: (Bu arada sizin de ailenizde 'göçmen' varsa aşağıdaki tarihlere bakıp sizinkilerin ne zaman geldiklerini tahmin edebilirsiniz.) : 1860-1922 arasında milyonu aşan Kırım Tatarı Türkiye'ye gelmiştir. 1859-1879 yılları arasında yine Kırım ve Kafkasya'dan 2 milyon Çerkez gelmiş, ancak bunların tahminen yarım milyonu göç sırasında ölmüştür. 1881-1914 arasında yine Kafkaslardan yarım milyon kişi daha gelmiştir.1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı sonrası 1,5 milyon Rumeli muhaciri gelmiştir (Bunların 300 bininin göç sürecinde öldüğü tahmin edilmektedir.)
Bulgaristan ile yapılan anlaşma ile 72 bin 500 Müslüman ve Yahudi 1893-1902 yılları arasında ülkeye gelmiştir. 1913'te yine Bulgaristan ile yapılan antlaşmada Osmanlı'dan kabaca 47 bin göçmen Bulgaristan'a, oradan da 49 bin göçmen Anadolu'ya göç ettirilmiştir.
1912 ve 1913'te Balkan Savaşı sırasında gelen 640 bin muhacirin yerleştirilmesi yapılamadan girilen 1.Dünya Savaşı'nda Osmanlı devleti en çok kaybeden ülke olduğundan kaybedilen topraklardan ülkeye göçler sürmüştür. Kurtuluş Savaşı sonrası Yunanistan ile yapılan mübadele antlaşması sonunda Yunanistan'dan 400 bine yakın Türk daha gelmiştir.
Bütün bu göç eden nüfus ve onların çocukları 1927'de sayıldığında 13 milyon 648.270 kişi olarak bulunmuştur. Burada dikkat çeken iki husus vardır: Birincisi, bu nüfusun mevcut nüfus içindeki yüzdesidir.
Nüfus patlaması
Bu nüfus patlamasını bugünkü rakamlarla karşılaştırırsak, bugün 70 milyonuz ve aniden değilse bile yıllar içinde bir yerlerden 20 milyon kişinin geldiğini düşünün. Bu insanların bugünkü şartlarda bile düşebilecekleri şartları düşünebiliyor musunuz? Yiyecek fiyatları ve kiralar olağanüstü artar. Gelenler mevcut vatandaşların yapmaya talip olmadığı işleri yapmak zorunda kalır, daha açık bir söyleyişle köleleşir. Göçmenlik psikolojisi yerleşiklerden daha uyanık olmayı beraberinde getirir ve bir göçmen hayata bir yerleşikten daha fazla sarılır ama yerleşik değerlerinden kurtulduğu için suç işlemeye meyilli de bir hale getirebilir vs.vs... İkinci husus, bu göçmenlerin hepsinin Müslüman olmakla beraber hepsinin Türk olmamasıdır. Yani bu göçmenlerden Çerkez, Çeçen, Arnavut, Makedon, Bosna-Hersekli, Gürcü vb. gibi göç eden unsurlar Müslüman olmakla beraber Türk değildiler. Ama onları Türk yapan şey bıraktıkları ülkelerdeki şartlar oldu ve arkalarına bile bakmadan daha birinci nesilde gönüllü bir şekilde Türkleştiler. Doğal bir şekilde Müslümanlık bunda en büyük etken oldu. Çünkü nihayetinde kendi memleketlerinden dışlanmaları da belli oranda Müslüman oldukları için gerçekleşmişti. Din temelli bir ayrışma sebebiyle memleketlerinden olan bu insanlar, kendilerine yer veren bu ülkeyi çabucak bağırlarına bastılar. Bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra da devam eden göçler ve antlaşmalara baktığımızda Türkiye Cumhuriyeti yöneticilerinin de aynı son dönem Osmanlı yöneticileri gibi din temelli homojenizasyon politikaları uyguladığını görürüz. Yani her dine eşit mesafede durması beklenen laik devlet anlayışı yoktur. Din temelli bir politika ile, Müslümanlar kabul edilir, gayrimüslimler dışlanır. Yani Müslümanlardan müteşekkil homojen bir devlet kurulmaya çalışılır.
Anadolu'ya gelenler bu durumda iken Anadolu'dan gidenlerin, yani gayri Müslimlerin nüfus büyüklüğü hakkında ise farklı kaynaklardan elde edilen bilgiler oldukça tutarsızdır. Burada da önemli husus, gidenlerin hepsi gayrimüslim olmakla beraber hepsi gayri-Türk değildi. Yani gidenlerin küçük de olsa bir kısmı Türktü ama Hristiyandılar.
Zorunlu göçler
Düşman kuvvetleri ile işbirliği yaptıkları gerekçesi ile 1915'te Ermeniler, Kurtuluş Savaşı sırasında da Rumlar Anadolu'dan kitleler halinde zorunlu göç yapmışlardır. Göç ve iç çatışmalar sırasında her iki grup da önemli kayıplar vermiştir. En düşük tahminlere göre 2,5 milyon Rum ve Ermeni'nin göç ettiği, bir milyona yakınının da öldüğü belirtilmektedir. Shaw (1998), Osmanlı İmparatorluğu'nun 1918'de gayrimüslimlerin Anadolu topraklarından çıkartılması politikasının yanlışlığını kavrayıp, geri dönmek isteyenlere Osmanlı tabiyetini kabul etmeleri koşuluyla yardımcı olduğunu ve bu dönem içinde binlerce Ermeni ve Rum'un döndüğünü, aralarında yine binlerce kadın ve çocuğun Müslümanlığa geçerek Türkleştiklerini söylemektedir. Bütün bu gelişmeler ve zorunlu göçler Anadolu'da dini açıdan görece homojen bir nüfus yapısı oluşmasında önemli ölçüde rol oynamıştır.
Öte yandan 'Türkleşenler' grubunda önemli oranda çocuk yaş grubunda olan bir başka grup daha vardır. Rum ve Ermeni kız çocukları, çatışmalarda sahipsiz kaldıkları için ( ya da bu durum gerekçe gösterilerek) Türk ailelerin yanına evlatlık olarak verilmişlerdir. Erkek çocukların akıbeti ise tam olarak bilinmemektedir.
Mübadele sözleşmesinden sonra Türk ailelerin yanındaki Hıristiyan çocukların ev ev dolaşılarak Yunanistan'a gönderilmek üzere toplandıkları anlatılmaktadır. İstanbul'da, Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu kentlerinde yetişmiş olanlar, hemen her ailede Ermeni dadı, evlatlık, hizmetçilerin bulunduğuna ilişkin gözlemlerini ve deneyimlerini aktarmaktadır. Resmi bir heyetle Hıristiyan çocuklarının toplatılmasında hedef grubun daha çok erkek çocukları olması muhtemeldir. Ferhunde Özbay'a göre, korunmaya muhtaç bu çocuklar, kızlar evlatlık alınma, erkekler ise askeri okullara gönderilmek suretiyle dönemin koşullarında iyi niyetli uygulamalar olarak değerlendirilebilirse de Osmanlı'nın devşirme geleneğinin bir devamı niteliğindedir.
Muhacir politikası
Sonuç olarak, Özbay ve Yücel'e göre, Cumhuriyet hükümetlerinin Osmanlı muhacir politikasını önemli bir değişikliğe gitmeden sürdürdüklerini söylenebilir. Yani Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki milli kimlik arayışı çerçevesinde ve devletin yönlendirmesi ile oluşan bu politikada nüfus dini açıdan homojenleştirilmeye çalışılmıştır. Özetle, Türkiye'de hükümetlerin zorunlu göç politikası açıktır: Balkanlar'dan 'Türk soyundan gelme Müslüman' göçünü teşvik etmek, Müslüman olmayanları (Hıristiyan Türkler de dahil olmak üzere), bütünüyle dışlamak, Sünni ve Hanefi Müslüman Rumeli muhacirlerini tercih ederken, Orta Asya, Ortadoğu ve Afrika'dan gelen Türk ve/veya Müslümanları "vatandaş" olarak benimsememek Bu göç politikası, hem II Abdülhamit'in İslamcı, hem de Atatürk'ün laik Türk kimliğinin oluşturulmasında önemli bir rol oynamıştır.
Diğer taraftan Cumhuriyet'in kurulması ile beraber, İstanbul'dan Ankara'ya orta sınıf, eğitimlilerin göç etmesi Ankara nüfusu içinde önemli yapı değişikliklerine yol açmıştır. 'Başkentli' olma kavramı geliştiren bu yeni 'sahipler' sadece Ankara'nın değil, yeni kurulan Türkiye'nin de sahibidirler. Burada önemli olan husus, bu defa ülke içinde ikinci kez göç eden 'beyaz Müslüman' olarak tanımlanabilecek bu göçmenler en fazla ikinci kuşak muhacirlerdir. Öte yandan Türk Müslüman muhacirlerin özellikle İstanbul, İzmir, Ankara gibi şehirlerde nüfusa katılması ile 'kentli' nüfusun yeniden tanımlanmış olması bir başka önemli konudur. Çünkü bu yeni tanımlama iki grubu dışlayan bir tanımlamadır. Birincisi büyük kentlerin yerli nüfusudur. Çünkü 'yerli' nüfus geçmişe, yani Osmanlılığa, toprağa ve dine bağlı olduğu ölçüde ve yeniliklere ayak uyduramadıkları gerekçesi ile dışlanmaktadır. İkinci grup ise gayrimüslimlerdir. Onlar da Türk Müslüman olmadıkları için dışlanırlar.
Özbay ve Yücel'e göre, sonuç olarak 1850'lerden günümüze kadar çoğunluğu zorunlu göç türünde olan bu nüfus hareketleri devletin bir Müslüman ülke olarak 'Batılılaşma' projesinde önemli bir yer tutar. Gayrimüslimlerin azaltılması, Türkleştirilmesi ve Avrupa kültüründen gelen Müslümanların göçler yoluyla artırılması projesi, bir yüzyılı aşkın bir süre içinde gerçekleştirilmiştir. Ve halen de bu politikalar kapsamında Türkiye Cumhuriyeti genel bir politika olarak doğudan Müslüman muhacir kabul etmemekte ve bu politikaları bir anlamda sürdürmeye devam etmektedir.
Bu makaleden çıkarılması beklenen en önemli sonuç ise şudur: Bugünkü Türkiye'de yaşayan 'Türkler' dediğimiz nüfus, aslında Türk olmayan ama Türk kültürel havzasının etkisi altındaki unsurları da barındırmaktadır ve bu unsurlar aslında nüfusun önemli sayılabilecek bir kısmını oluşturmaktadır. Bu durumu ancak, 'Osmanlı bakiyesi' bir toplum veya 'imparatorluk bakiyesi' bir toplum olduğumuz gerçeğini kabul ederek aşabiliriz. Ancak bu gerçeğin kabulü ile homojenizasyonu bozduğuna inandığımız unsurlara (misyonerlik yapan rahipler, gayrimüslimler, özellikle Ermeniler; ve Müslüman olmasına rağmen Kürtler) olan tahammülümüzün artması mümkün olacaktır.
Nurhayat Kızılkan: Sosyolog
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=243679
Etiketler:
homojenizasyon ve tahammüllü olmak