MİLLİYETÇİLİK VE SADO-MAZOHİZM
Çerkes Ethem'i de emekçi halkın temsilcisi niyetine idealize etmeyelim artık. Çerkes Ethem ve Topal Osman aynı zorbalık fasilesindendir. Modern devlete entegrasyonun icap ettirdiği sınırları aşınca ezildiler.
11-10-2008 - 5 kez okundu
Katliam yapmak, hemcinsini boğazlamak, işkence etmek kolay iş değil. İdeolojik motivasyonu şimdilik bir kenara koyalım. Salt bireysel düzeyde, özel bir insan tipini gerektirir.
(Not 1: Geleneksel tarım toplumlarında, devletin şiddet tekeli sınırlı ve geçirgendir. Ancak modern devletle kesinleşir, mutlaklaşır, boşluksuz bir hal alır. 16. yüzyılın "askeridevrim"inden itibaren devlet, orta ve uzun vâdede kendine rakip tanımaz. Charles Tilly'nin ifadesiyle, pre-kapitalist toplumdaki "özel şiddet unsurları"nı -korsanları, eşkiyayı; hajduk, zeybek ve martolos'ları; Kazak, Pomak ve Uskok'ları; aşiretleri, Eisenstein'ın Oktiyabr'ındaki "Vahşi Tümen" benzerlerini- kâh koopte etmeye, kâh ezip yutmaya girişir. Modern devletin zaafa uğradığı koşullarda, bu tür odaklar taşrada yeniden özerklik kazanabilir. Devlet toparlandığında, asimilasyon-eliminasyon süreci tekrar devreye girer.)
Ahmed Arif'in sevdiği bir fıkra vardı. '93 Harbi çıktığında, Lâzlar toplanıp Abdülhamid'e telgraf çekmişler: Padişahım, bize 40,000 tüfek ver; biz varıp Moskofun haddini bildiririz. Sultan düşünmüş; vaziyet zaten kötü, ne kaybederiz? "Verin Lâz kullarıma 40,000 tüfek" buyurmuş. Lâzlar düzülmüş Trabzon'dan yola; Zigana geçidine varmış ve birden, zınk diye durmuşlar. Geçidin sağ başında, kayaların üzerinde bir Kürt şaki, uzaklara bakıyor. (Ahmed ağabey bu noktada elini gözlerine siper eder ve tekrarlardı: "Aşağıdaki Lâzlara hiç bakmıyor, uzaklara bakıyor.") Sola dönmüşler; orada da ikinci bir Kürt şaki, aşağıdaki Lâzlara değil, sadece uzaklara bakıyor.... Dönmüşler Trabzon'a; İstanbul'a bir tel daha çekmişler: "Sultanım, Zigana geçidini iki Kürt eşkiya tutmuş. Sen hele bir bölük jandarma gönder, geçidi açsınlar, sonra biz gene varır Moskofu tarümar ederiz."
İmparatorluk mozaiğinin yerel-etnik rekabetlerinden türeyen bu espri, Tanzimat'tan bu yana ne gibi "özel şiddet unsurları"nın modern devlet tarafından massedildiğine işaret ediyor. 19. yüzyılda bu süreç, Arnavutlarla başladı (o sırada "en savaşçı", "doğuştan asker" vb nitelemeleri, Türkler değil Arnavut dağlıları için kullanılıyordu). Hamidiye Alayları'yla devam etti. Kendileri Çarlık yayılmacılığı tarafından topraklarından sökülüp atılmış, dolayısıyla Hıristiyan-Rus-Ermeni kokan her şeye kin besleyen bazı Kafkas aşiretlerinin 1915 soykırımında kullanılmasıyla yeni bir boyuta ulaştı. Mütareke'de düzenli ordu kısmen dağıtılınca dalga geri çekildi ve Kuva-yı Milliye'nin kooptasyonuyla tekrar yükseldi. Topal Osman, yerel Lâz milisleriyle Ankara'ya gelip Mustafa Kemal'in özel koruma müfrezesi oldu. Çerkes Ethem'i de emekçi halkın temsilcisi niyetine idealize etmeyelim artık. Çerkes Ethem ve Topal Osman aynı zorbalık fasilesindendir. Modern devlete entegrasyonun icap ettirdiği sınırları aşınca ezildiler. Bugün korucular (ve olası akibetleri) aynı sürecin görece geç ve küçük bir aşamasını simgeliyor. -Her şeyi bize özgü sanmayı da bırakalım. Biraz olsun komparatif tarih öğrenelim. Benzer şeyler Batı ve Orta Avrupa'da, 1560'lar ile 1800 civarı arasında gerçekleşti.
Neresinden bakarsak bakalım, modernite gelişip derinleştikçe toplumsal hayattaki günlük şiddet dozajı nisbeten düşüyor. Bazı şiddet türleri "aşırı" olarak tanımlanıyor ve olağan yaşamın dışına itiliyor. Tabii kavgalar çıkıyor, cinayetler işleniyor. Ama en azından, normal insanlar ile şiddetin en korkunç türleri arasına artan bir mesafe giriyor. Nâzım'ın Çolak İsmail'i "Ermeniler kesilirken / kana battı göbeğine kadar" diye betimlemesi, ya da benim Robert '64'lü sınıf arkadaşlarımdan birinin dedesinin, Nâzım'ı doğrularcasına, bütün bir gün boyunca önüne getirilen Ermenileri nasıl yalağa dayamış ve boğazlarını kesmiş olduğunu torunlarına anlatması (bkz Okuma Notları, 12 Ocak 2008), yukarıda sözü edilen geçiş sürecine plase edilebilir. Çoğunluğun ve hele kentsel çoğunluğun, zamanla, kesici-delici silâhlarla, yatagan ve saldırmalarla, "soğuk çelik"le pek bir ilişkisi kalmıyor. "Bir tavuk kesemez" diye tarif edilen duruma geliyor. Bırakalım tavuk kesmeyi; çoğu insan kan göremiyor. Ezilmiş, parçalanmış hayvanlara dahi bakamıyor; insanlara gelince... kültürümüz gerçek dehşet sahnelerine, fotoğraflarına, hattâ sözlü anlatımlarına basında, televizyonlarda yer vermemeyi gerektiriyor.
Hal böyleyken, Ömer Seyfeddin'in Beyaz Lâle'deki, şahsen benim zor okuyabildiğim, İngilizceye çevirmemin içim bulana bulana üç dört gün sürdüğü fırın sahnesini nasıl yazabildiği, enikonu bir muamma. Sadece Radko'nun değil, aynı zamanda Ömer Seyfeddin'in sado-mazohist eğilimleri konusunda ciddisoru işaretleri uyandırıyor (bkz Virgül, Şubat 2006).
http://www.taraf.com.tr/yazar.asp?id=21
Etiketler:
milliyetçilik ve sado-mazohizm