CERKES ANNEANNE
Annem ise 1943 yılında Kütahya Tavşanlı'da doğmuş. Annesi Çerkes, babası ise Sünni Türk'müş.
26-12-2008 - 5 kez okundu
Resmİ, gayrı resmiırkçılara secere...
Size biraz kendimden bahsedeyim...
Büyükbabam Markar Ağa, Sivas'ın merkeze bağlı Tavra köyünden. Babaannem Sima Sultan ise Divriğili. Kaderin bir cilvesi, askerliğimi tam da bizim köye hâkim bu iki tepenin üzerinde bulunan Sivas 17. Er Eğitim Tugayı'nda yaptım. Şu Yılmaz Güney'in de askerliğini yaptığı meşhur Temeltepe denilen bu yer, Tavra deresinin geçtiği vadinin yanında bulunur. O tepeleri ben de bir süre asker olarak bekledim ve köyümüzün harabe kilisesinin bulunduğu o yamaçlara saatlerce bakıp düşünme fırsatım oldu. Kilise uzun süre cephanelik olarak kullanılmış; ben oradayken kapalıydı. Köyde ise tabii ki artık Ermeni kalmamıştı ve birkaç göçmen ailenin yaşadığı terk edilmiş, virane bir mezra görünümündeydi.
Babamın ailesinin 1915 Büyük Felaketi'nden nasıl kurtulduğunu, babamın ve nadir akrabalarımızın anlattığı bölük pörçük hikâyeleri birleştirerek, ancak tahmin edebiliyorum. Babamla bu konuyu konuşma güçlüğümüz yoktu, lakin çocuk yaşta ailenin dağılmış olması anlamlı bilgilerin azlığına yol açmıştı. Bildiğim kadarıyla oldukça varlıklı biri olan büyükbabam Sivas-Tokat arasında değirmencilik işiyle uğraşır, un fabrikası işletir, bunların yanı sıra Sivas'ın Müslüman eşrafının ileri gelenlerinden Halis Bey'le de ortaklık edermiş. Büyük bir ihtimalle onun nüfuzu sayesinde ailenin hiç olmazsa bir kısmı hayatta kalabilmiş olmalı. Ancak Halis Bey ölünce, bu koruma imkânından mahrum kalmış ve ağabeyinin çağrısı ile 1920'lerin ortalarından sonra Yerevan'a göç etmiş. Burada büyük bir maddi yıkıma uğrayıp yeninden Türkiye'ye dönmeye karar vermişler. Bunlar çok uzun ve detaylı hikâyeler, geçiyorum.
Memlekete dönüş yolunda büyükannem babama dokuz aylık hamileymiş. Markar Ağa yolda doğum olur diye dönemin en rahat ve en güvenli güzergâhını seçmiş ve Tiflis üzerinden İstanbul'a giden trendeki bir vagonu -her an doğum olabilir düşüncesiyle- aileye tahsis ettirmiş. Büyükannem Sima Sultan İstanbul'a değin dayanmış. Babam İstanbul'a vardığımız gün Beşiktaş'ta doğmuş. Yıl 1929. Doğum günü ise bilinmiyor. Yayam babama "Dut mevsimi yeni başlamıştı" dermiş. Yani mayıs ayı olmalı. Biz babamın doğum gününü 15 mayıs günü kutlardık.
Büyükbabam elindeki birkaç kuruşu bugün Pangaltı'da, şu an yerinde İş Bankası olan binada (eski Tan Sineması karşısı) kahvehane açarak kullanmış. Markar Ağa, Şener Şen'in Züğürt Ağa filmindekine benzer bir dramlar silsilesi ile kısa sürede tüm parasını tüketmiş. Babam altı yaşındayken kapıcılık yaptığı binanın bodrum katında vefat etmiş.
Baba kısmı özetle böyle...
Annem ise 1943 yılında Kütahya Tavşanlı'da doğmuş. Annesi Çerkes, babası ise Sünni Türk'müş. Onun da babası arkasında üç yetim bırakarak genç yaşta ölmüş. Anneannem çocuklarına bakabilmek için İstanbullu bir stajyer hekime temizliğe gitmeye başlamış. O sıralar 3-4 yaşlarında olan annemi de yanında taşımak zorundaymış. İstanbullu çok zengin bir ailenin oğlu olan bu hekim annemi çok sevmiş. Kendi annesini de ikna etmiş ve çocuğun zayi olmaması için evlatlık edinmiş. Bu doğru bir kararmış çünkü annem kadar şanslı olmayan dayım ve teyzem genç yaşta aynı yaşta veremden ölmüşler. Anneannem ölümleri kabullenmeyi reddetmiş, ruhsal dengesini gittikçe yitirmiş. Ben çocuk yaşlardayken şeker hastalığından ve aklını yitirmiş halde hayata gözlerini yummuş.
Babam ve annem işte böyle bir yaşamdan İstanbul'a savrulmuş iki yetimdi. Babam, annemle bin bir güçlükle açtığı kundura dükkânına alışverişe geldiğinde tanışmış ve birbirlerine âşık olmuşlar. O sıralar annem tek çocuğu ile boşanmış bir kadın olarak yaşama tutunmaya çalışan bir dul, babam da iki başarısız evliliğinden olan üç çocuğu ile yaşam mücadelesi veren bir esnafmış. Babam ve annemim evliliğinden ise ben ve kız kardeşim meydana gelmişiz. O dönemde bir Ermeni ve bir Türk'ün evlilik yapmasının ne manaya geldiğini tahmin edersiniz. Her ikisinin de zaten bir avuç kalmış akrabaları bu kabul edilemez evlilik karşısında onları tecrit etmişlerdi. Sonradan yumuşayan birkaç akraba hayatımıza girdi. Bir tanesi amcam, diğeri de annemin dayısı oldu. Öz dayımı veremden ölmeden evvel birkaç kez görmüştüm. Teyzemi hiç görmedim. Halam ise, babam ve amcam vefat ettikten sonra yumuşadı; ancak ömrü vefa etmedi. Benimle helalleştikten birkaç gün sonra öldü.
Gördüğünüz gibi, yazar olmaktan başka fazlaca bir şansım yoktu. Çocukluğum ve gençliğim boyunca bu hikâyelerle baş etmeye çalıştım. Bir yandan da bu sarsıcı hikâyelerin sadece bizim aileye mahsus olduğunu düşünüyordum.
Ama öyle değil.
Resmİ, gayrı resmitüm ırkçılarımıza duyurulur.
http://www.taraf.com.tr/makale/3272.htm
Etiketler:
cerkes anneanne