HULUSİ ÜSTÜN İLE DEMOKRATİK AÇILIM VE ULUS BİLİNCİ ÜZERİNE BİR RÖPORTAJ.
Bölüm - I -
Sayın Üstün bize kendinizi tanıtır mısınız?
Silivrili, 1974 doğumlu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, halen hukukla iştigal eden, evli, iki çocuk babası bir yazar...
Kafkasyalılık bilinci, tarihi, kültürü adına yaptığınız çalışmalardan bahseder misiniz?
Öğrencilik yıllarından beri Kafkasyalılara ait bir çok sivil toplum kuruluşunda görev aldım. Konuları Çerkes hayatına, örfüne, tarihine ilişkin öykülerden oluşan Gurbetten Çerkes Hikayeleri ( 1997) Burası Çeçen Komitesi (2000) Kanatlı Süvarinin Hatıraları ( 2006) adlı öykü kitaplarım yayınlandı. Bu kitaplarda yer alan öyküler genellikle geçmişe ilişkin hatıra derlemeleri ve günceler olduğu için belgesel nitelik taşıyordu. Modernite ve kökler arasında gidip gelen bir Çerkes kadınının biyografisini konu eden Şaheser adlı romanımda Çerkeslerin yaşadığı sosyal ve zihinsel değişime değindim. Diğer roman ve öykü kitaplarımda da ( Türkü Öyküleri, Geçmişi Sürgün Şehir) Kafkasya ve Çerkeslik motifi temel fon halinde ele alındı. Bu kitaplarda yayınlanan öykülerin yüz elli yıldır anavatan dışında aşınan Çerkes kültürüne ufak da olsa katkı sağladı kanaatindeyim. Bu kitaplarda yer alan bazı öykülerim amatörce de olsa tiyatroya uyarlandı. "Dolunay" adlı öykümün sürgün anmalarının vazgeçilmezi olduğunu görüyorum, hatta bir öyküm Ağlayan Kafe adlı anonim Çerkes melodisinin öyküsüymüşçesine filme alınmaya kalkıldı. Yine öykülerimden bazıları internet ortamına aktarıldı, seslendirildi. Bu metinlerin yazarı olmama pek fazla değinilmese de böylesi bir miri malı ortaya koymaktan dolayı memnunum.
18-08-2010 - 5 kez okundu
2005 yılında Kafkas- Rus savaşlarının anıldığı Uluslararası sempozumda sunulmuş bir bildirim oldu. Çeşitli gazete, dergi ve internet ortamında Kafkasya'daki gelişmeleri konu eden iki yüzün üzerinde yazı ve makalem yayınlandı. 2000 - 2001 yılları arasında on üç ay süre ile Kafkas - Çeçen Dayanışma Komitesi sorumluluğu görevini ifa ettim. Çeçen - Rus Savaşı süresince çeşitli Televizyon ve radyo kanallarında düzenlenen programlara katıldım. Kafkasya'daki ve Türkiye'deki Çeçen mültecilere yönelik çeşitli yardım çalışmalarının organizasyonunda görev aldım.
2009 yılında bir hükümet politikası olarak ortaya atılan Demokratik Açılım fikrine Çerkesler cephesinden ses vermek amacıyla oluşturulan DİÇEG adlı sivil platformun sözcülüğü görevini üstlendim. İstanbul ve İstanbul dışında düzenlenen DİÇEG konferanslarına katıldım. Televizyon ve Radyo programlarında daha demokrat bir Türkiye için Çerkeslerin düşüncelerini kamu oyuna aktarmaya çalıştım.
Kafkasya konusu dışında edebiyat ürünlerim de oldu. Türkü araştırmaları, Rumeli Kültürü konulu yazı ve kitaplarım var. Ayrıca Mevlana ve Sokak Çocuğu adlı iki animasyon senaryom filme alındı.
Türkiye Cumhuriyetinden Adığe dili ve kültürü adına beklentileriniz nelerdir?
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki bu röportajda belirttiğim fikirler sözcüsü olduğum DİÇEG'in düşüncelerinden bağımsızdır, tamamen şahsi kanaatlerimi ifade eder.
Çerkes halkının bu topraklarda varlığını sürdürmesi için devlet nezdinde atılabilecek bazı adımlar olduğunu, dil ve kültürün yaşatılması için devlet desteğine ihtiyaç duyulduğunu düşünmekle birlikte bu konuda asıl girişime geçmesi gereken tarafın Çerkes dernek vakıf ve platformları olduğu kanaatindeyim.
Geldiğimiz aşama itibarıyla esasen dilin ve kültürün yaşatılıp korunmasının önündeki engeller büyük ölçüde kaldırılmıştır. Bu toprakların zenginliği, rengi ve kültürel mirası olan Çerkes dillerinin akademik ortamda öğretilmesi amacına matuf adım devlet nezdinde atılmıştır Bundan sonraki adım somut projelerin hayata geçirilmesidir ki bu bağlamda beklentimiz devletten ziyade kendi sivil platformlarımıza yöneliktir. Çerkes Dillerinin kayıt altına alınıp yaşatılacağı bir araştırma merkezinin kurulması yönünde girişime geçmek gereklidir mesela. Kültürel envanterin tutulacağı böyle bir merkez, Çerkes halkının bu topraklardaki varlığının garantisi olacaktır. Zira Kuzey Kafkas Halklarının tarihte oynadıkları rolün kaydı Kafkasya'da değil Türk, Gürcü ve Rus arşivindedir. Böyle bir proje somutlaştırıldığında devlet desteği talep edilebilir.
Kültürümüz, dilimiz ve tarihimize ilişkin veriler şimdiye dek bilimsel ve profesyonel bir şekilde derlenmedi. Bazı tez incelemeleri bir kenara bırakılacak olursa akademik inceleme konusu edilmediği de söylenebilir. Elimizde kapsamlı bir envanter bulunmamakta. Bir çok dışişleri yetkilisi bile Türkiye'deki Çerkeslerin akrabalarının yaşadığı cumhuriyetlerin varlığından haberdar değil. Dolayısıyla bir veri merkezinin meydana getirilmesi hayati önem taşımaktadır. Eğer böyle bir merkez oluşturulabilirse Çerkes duruşu bu topraklara çok şey kazandırır. Örneğin kurtuluş savaşımızı ve bunun neticesinde yaşanılan ulusal trajedimizi konu eden bir film yapılabilir.
Belirlenen bazı pilot bölgelerde Çerkes kültürünün yaşatılmasına yönelik çalışmalar da yapılabilir. Anadilin işlenip öğretileceği bir ilkokul için Ürdün ve İsrail Çerkes Diasporasından örnek alınması mümkündür. Yine böyle bir pilot bölgede Çerkeslerin at kültürünün, mutfak kültürünün, tarım kültürünün ve el sanatlarının yaşatılmasına yönelik çalışmalar yapılabilir.
Bununla birlikte tüm bu projeleri hayata geçirmek için gerekli insan katılımı, entelektüel destek ve veri ikmalinin Çerkesler tarafından sağlanıp sağlanmayacağı konusunda da tereddütlerim var. Zira mevcut sivil toplum kuruluşlarının bu tarz projelerin uygulanmasını sağlayacak profesyonelliğe, ufka, insan ve veri kaynağına sahip olmadığını düşünüyorum.
Son zamanlarda sıklıkla telaffuz edildiği üzere tüm bunların hayata geçirilmesi için pozitif ayrımcılık ölçüsünde bir desteğe ihtiyacımız olduğu dile getirilmekle birlikte bizim tarafımızdan projeler geliştirilmediği sürece devletin böylesi bir yaklaşım içinde olmasını beklemek gerçekçi değil. Hasılı özlemini duyduğumuz özgürlükçü, katılımcı demokratik ortam içerisinde Çerkeslerin nam ve hesabına devletin ses yükseltmesini beklemek akli olmaz, böyle bir ortamda Çerkeslerin kendi nam ve hesabına ses vermeleri gerekmektedir.
Şu an Türkiye kamuoyu gündemindeki Demokratik açılım konusundaki görüşleriniz nelerdir?
Tarihin, sosyal gelişmelerin, teknolojinin hasılı akli olan her şeyin elbirliği ile bizi getirdiği bu dönemece "Açılım" diyorlar. Ben bu aşamayı tarihi gelişimden koparmıyorum. Tarih bir teselsül zinciri içinde akıp gidiyor çünkü. Adına açılım denilen bu aşama Fransız ihtilalinden, Sened-i ittifak'tan, Gülhane bildirisinden, Meşrutiyetten, cumhuriyetin ilanından, ihtilaller ve anayasal hareketlerden ayrılamaz bir süreç. Ne olsa idi yani? İnsanlar çocuklarına istedikleri ismi verememeye devam mı etse idi, insanlar annelerinden duydukları dilde şarkılar dinleyemese mi idi? Cumhuriyetin ilan edildiği dönem itibarıyla dünyaya hakim olan Makyavelist anlayışın yansıması olan politikalardı bunlar. Sürdürülmesi imkanı yoktu, bitti. Bu bitişin sancısız, ağrısız olması önemlidir, bir de bu bitişin ardından daha akli bir politikanın tesisi.
Bu aşama eli silahlı terör kuklalarının zorlaması ile gelinmiş bir aşama değildir. Yani terör örgütü yirmi yıldır göğ ekin misali çocuklarımızı öldürmek sureti ile mevzi kazanmış değildir. Bilakis eğer terör olmasa idi bu memlekette özgürlükler namına daha ciddi mesafeler kat edilirdi. Terör Türkiye'deki demokratikleşme gayretlerinin önündeki en büyük engeldir.
Sen gel de bunu kendisini ifade etmek için kaba kuvvetten başka bir yol tanımamış öğrenmemiş insanlara anlat.
Açılım, tarihin bizi durmakta zorunlu kıldığı bir duraktır.
Bunu Kürt açılımı olarak adlandırmak mantıklı olmaz. Daha fazla özgürlüğe herkesin ihtiyacı var. "Bırakın doğru ile yanlış er meydanında güreşsin, doğrunun zaferini hep birlikte göreceğiz" Tüm etnik, dinsel ve kültürel kimlikler daha rahat bir ortamda işlenir, zenginleşir. Bundan kimin rahatsızlığı olur?
Dolayısıyla Açılım'ı bir çok şeyin miladı kılmak mümkün. Bu topraklarda bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmamalı, eskisinden daha iyi, daha olumlu olmalı.
Heyhat gelinen aşama gösterdi ki bu iyi niyetli adım hedeflenen menzilden farklı bir tarafa yöneltilmek isteniyor. Açılım politikalarının öncelikli muhatabı olması düşünülen Kürt halkının bu dönemeci değerlendiremediği ortada. Yazık ki ölmek ve öldürmek için binlerce militan çıkartabilen Kürtler demokrasi ve insanca yaşam konusunu tartışıp proje üretebilecek birkaç entelektüele bile sahip değildir.
Açılım olarak adlandırılan bu dönem, Avrupa'nın rönesans'ı olabilecekken, Sovyetlerin Perestroykası haline gelmemelidir. Bu toprakların medeniyet birikiminin daha "demokrat bir ülke" söyleminin ardından karmaşanın çıkması kabul edilemez. Şimdi birbirimizi dinlemenin vaktidir. Çünkü Türkiye'nin etnik, dilsel ve dinsel çeşitliliği geçmişte de var idi, yarın da var olacaktır bu durum kavga sebebi edilemez. Ne olursa olsun bir dilin her alanda konuşulamaması, kullanılamaması adam öldürmenin gerekçesi olamaz. İnsanlığın modern düşünce serüveni bu aşamayı geçmiştir. Konuşulur ve anlaşılır. Bunun dışında bir seçenek kabul edilemez.
Demokrasi İçin Çerkes Girişimi'nin misyonu hakkında bizi bilgilendirir misiniz?
Çerkesler farklılıklarla bir arada yaşamanın mümkün olduğu bir gelenekten geliyorlar. Sonu topyekün sürgün edilmekle sonuçlanmış bir özgürlük savaşı vermişler, başka topraklarda başkaları ile bir arada yaşamanın kültürünü geliştirmiş bir halk. Geçmişte olduğu gibi şimdi de entelektüel birikimleri ile bu dönemecin sancısız bir şekilde dönülmesini sağlayabilirler. Nitekim Türkiye kamuoyunun açılım politikası ile birlikte tartışmaya başladığı bir çok fikir Çerkes aydınlar arasında yüz yıldır tartışılmaktadır. Anadilde eğitim, kültürel gelişim, başka halklarla birlikte yaşamak, entegrasyon ve asimilasyon kavramları yüz yıldır Çerkeslerin gündemindedir ve bu konuda hafife alınmayacak ölçüde düşünsel birikime sahiplerdir.
Geçmişte, Osmanlı'nın aydınlanma çabaları içinde Çerkesler ön safta yer almışlardır. Meşrutiyet de, basın özgürlüğü de, sanat da, siyaset de, askeriye de, kadın hareketi de Çerkeslerin katkıları ile gelişmiştir. Adem-i merkeziyetçilik, sosyalizm, feminizm... bu kavramları bu topraklarda ilk telaffuz etmeye başlayan kişiler Çerkeslerdir. Cumhuriyetin kurulması ve yeni Türkiye'nin inşası konusunda Çerkeslerin ne derece ciddi katkılarda bulunduğu herkesçe bilinmektedir. İçinde bulunduğumuz bu döneme bizler Çerkesler olarak katkıda bulunmak ve sağduyunun sesi olmak üzere yola çıktık. Biz sağduyuyu telkin etmek, biz bu topraklarda yaşayan insanları birbirinden ayırmanın değil, bir arada refah içinde yaşamanın yollarını göstermek, aslında bazı çevrelerce tehlike olarak görülen kültürel çeşitliliğin bizi zenginleştiren bir unsur olduğu yönünde tavır belirlemek üzere bir araya geldik. Bu manada bir sivil girişimin yakalayabileceği başarıyı da göstermiş bulunmaktadır.
DİÇEG Çerkes halkı namına talepte bulunmak üzere değil, demokrasi konusunda Çerkes halkının bilgi ve birikimini halkımızla paylaşmak üzere oluşturulmuş bir platformdur. Dolayısıyla DİÇEG'in camia içinden eleştirilmesini anlamıyorum. Biz, üzerinde yaşadığımız topraklara kimliğimizle katkıda bulunmak üzere bir araya geldik. Çerkesler Türkiye'de siyasi arenada temsil edilen bir halk değildir, bu temsil gücünü oluşturup oluşturamayacakları konusunda da benim tereddütlerim vardır. Fakat Çerkesler sosyal alanda temsil edilen, varlıkları etkili olan ve önümüzdeki süreçte de etkili olacak olan bir halktır.
Türkiye siyasi tarihinde açılım bir aydınlanma çağının başlangıcı olarak tanımlanabilir mi Türkiye'de farklı kültür ve etnisitelerin birliktelikleri hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Bu soruya devlet, ulus, asimilasyon, uzlaşma ve aydınlanma kavramlarına verdiğimiz anlamları sorgulayarak karşılık vermek gerekir. Devlet, birlikte yaşama konusunda varılmış bir anlaşmanın ürünüdür. İnsanların dinsel, dilsel ve kültürel aidiyetleri farklı olabilir fakat birlikte yaşama konusundaki iradeleri devleti tesis eden temeldir. Bu anlaşma her şeyden önce üzerinde anlaşılan yapıyı, yani devleti benimsemeyi gerektirir. Bu benimseyişin iyi niyet taşıması şarttır.
Modern manada Ulus kavramı ise aynı kandan gelmeyi şart koşmaz. Birlikte yaşama azim ve iradesi ulusal aidiyetin de temelini teşkil eder. Etnisite ise kan ortaklığını ifade eder. O halde farklı etnik gruplar bir ulusun bileşenlerini teşkil edebilir. Fransız da, Amerikan da, İngiliz de farklı etnik kimliklerin birleşmesinden oluşmuş ulusal yapılardır. Türk ulusu da farklı etnik gruplar ve yapıların birleşmesinden oluşmuş bir yapıyı ifade eder. Bu manada ben Türk kimliğini anayasal aidiyetin ifadesi olarak gördüğüm için kendimi Türk ulusuna ait hissediyorum. Etnik kimlik bundan başka bir tanımı gerektirebilir. Bir kişinin etnik kökeninin Kürt ya da başka bir şey olması, ulusal aidiyetinin Türk olmasına mani teşkil etmez. Meselenin hukuki izahı budur. Bu hukuki ve bilimsel izah nedense bazılarının canını acıtır hale geldi. Oysa mesele gayet nettir. Etnik köken başkadır, ulusal aidiyet başkadır. Birisi doğuştan gelen bir özelliktir, değişmesi kuşaklar gerektirir, diğeri anayasal bir kavramdır, sonradan edinilebilir.
Türk devleti benim ve ecdadımın kabul ettiği bir birlikte yaşama zemininin adıdır. Çarpıcı bir tarihsel bir maceranın neticesinde oluşmuş bu zemine karşı sorumluluk hissi içinde olmamız doğaldır. Her devletin kendisini koruma güdüsü vardır. Her devlet, bekası için uğraş verir. Bu güdü ve bu uğraş dün ulusalcı politikaları ve sonucu asimilasyona giden bazı uygulamaları gerektiriyordu. Tabii ki bu uygulamalar ve politikalar bizce tasvip edilemez, onaylanamaz. İşte toplumun geldiği nokta bu politikaların çürüklüğünü ortaya koymuştur.
Devlet kavramını topyekun reddeden bir felsefeye sahipseniz bunu saygı ile karşılarım, fakat devlet yapısını kabul etmekle birlikte Türkiye devletine karşı bir düşmanlık hissi içinde iseniz, alternatif bir devlet yapısı ortaya koymayı hedefliyor ve bu amaca ulaşmak için silah kullanıyorsanız bunun romantik sebepleri olduğunu düşünmem.
Her insan topluluğu içinde farklı özellikler taşımak sorun teşkil etmiştir. Kosinski'nin Boyalı Kuş'unu hatırlayınız. Farklı bir dil, farklı bir din, farklı bir kültüre mensup olmak insanı bir yönüyle boyalı kuş haline getirmektedir. Uygar olmak, modern olmak, eğitimli olmak her renkten kuşun bir arada yaşaması ve sorunların minimize edilmesini gerektirir. Her dilden, her dinden, her inançtan insanın bir arada sorunsuz yaşayabilmesini amaçlamalıdır uygarlık dediğimiz.
Şimdi geldiğimiz noktada insanların kafasında kavramların karmakarışık olduğunu görüp üzülüyorum. Farklı bir etnik gruba mensup olmanın, farklı bir dine mensup olmanın, farklı bir kültüre mensup olmanın öncelikle devlete düşman olmayı gerektirdiği yönünde bir ön kabul oluştu. Sırf devlet görevlisi olduğu için insanlar öldürülüyor, sırf devlet malı olduğu için eşyaya zarar veriliyor. Bunun adı Vandalizmdir. Gerekçesi ister etnik olsun, ister dinsel olsun, ister dilsel olsun adı Vandalizmdir.
Hiçbir dilin konuşulamaması adam öldürmenin gerekçesi olamaz.
Devlet tabiidir ki bu tavır karşısında reaksiyon gösterecektir. Bu reaksiyonun gösterilmesinde zaafa düşülürse bir etnik grubun karşısına bir başka etnik grup çıkar. İnsiyaki, fevri hareketler önlenemez. Biz ne Hutu'yuz, ne de Tutsi...
Ulusalcı ve asimilasyonist politikaların devri kapanmıştır. Bu anlayış ile belki bizim ülkemizde birkaç manevra daha yapılabilir ama netice doğurmaz. Uygarlık birbirini dinlemeyi, farklı fikir ve aidiyetlerin bir arada yaşamasını gerektirir. Devlet politikasının da bu anlayışla tesis edilmesi yoluna girilmiştir.
Fakat öncelikle halkın bu anlayışa sahip olması gerekir. Ben etnik temelli devlet düşmanlığının ulusalcı ya da asimilasyonist politikalardan daha ciddi tehlike olduğunu düşünüyorum. Çünkü ulusalcı ya da asimilasyonist politikalar dünyanın dayatması ile bertaraf edilebilir. Etnik temelli devlet düşmanlığı ise halkları, dilleri, dinleri birbirine düşman kılacak bir tehlikedir. Bunca tahrike rağmen hala bu ülkede bir etnik kavga yaşanmaması enteresan değil mi Oysa geçtiğimiz günlerde ülkemizde bir etnik grup ile o etnik gruptan olmayanlar arasında kavga provası yapıldı. Bu prova ve bundan sonra olup bitenlerin sorumlusu bence devletin asimilasyonist politikaları değil etnik temelli devlet düşmanlığıdır. Evet kabulü zordur, bu beyanım oldukça tepki uyandıracaktır ama kanaatim, zannım budur. Ya da daha doğru ifade ile benim bindiğim atın sırtından mesele böyle görünüyor.
Bölüm - II -
Çerkes kimliğinin anavatan ve diasporada algılanışı konusunda nelerin üzerinde durmak gerekir sizce?
Aslında tanımı gittikçe zorlaşan bir kavram Çerkeslik. Ben geleneksel tanımdan yola çıkıyorum, Kuzey Kafkas Halklarını komşu halklar Çerkes adıyla tanımlıyorlar. Dünya tarihine bu isimle geçmişiz. Bu durumda Çerkes tanımı bir dilsel birliği yahut bir ulusal aidiyeti tarif etmekten ziyade bir kültürel birliği tarif etmektedir. Çerkes kuzey Kafkasyalı demektir. Bu çağdan sonra Kuzey Kafkasyalıların kendilerine yeni bir ulusal ad aramaları abesle iştigaldir. Mikronize olmaktan başka bir anlam taşımaz. Çerkes tanımı bir ulusal aidiyet değildir. Diasporada bu yaklaşım daha ciddi kabul görmekle birlikte Kafkasya'daki yaklaşımın farklı olduğunu da biliyoruz. Ana vatanda Adiğeler, Abhazlar, Çeçenler, Asetinler uluslaşma yolunda ciddi mesafe kat etmiş olmakla birlikte onları birbirinden ayıran unsurlardan daha ziyade birleştiren unsurlar vardır. Özellikle sosyalist dönemde Kafkas halklarının her birinin ayrı kimlik geliştirmesi yönünde bir politika izlendi. Bunun sonucu olarak birbirine etnik ve dilsel anlamda çok yakın halklar bile ayrı edebiyat geliştirdiler. İnguşlarla Çeçenleri, Adigelerle Kabardeyleri ve Karaçay Çerkesteki Çerkesleri birbirinden ayıran unsurun ne olduğunu kimsecikler bilmiyor. Oysa bu halkları birbirine bağlayan, birbirinin vazgeçilmezi kılan unsurlar sayılamayacak kadar fazla. Aslında diaspora, Kafkasyalı halkların müştereklerinin farkına varmalarını sağlayacak bir etki yapabilirdi. Yani Sosyalist dönem boyunca birbirinden farklılıkları ileri çıkartılmış olan Kafkas halklarının birbirleri ile var olan ortak yönlerini fark etmeleri konusunda çaba gösterilebilirdi. Fakat diaspora Kafkasya ile çok hazırlıksız bir şekilde yüzleşti. Temelde sadece siyasi ayrılıktan ibaret bir farklılığı Kafkasyalılık ruhuna uygun olarak kan davasına çevirdik. Ortak bir akılla hareket edilse idi aradan geçen yirmi yıl çok şeyi ihya edebilirdi. Bu konuda başarılı olamadığımız ortadadır.
Çerkes ulus hareketinin gelişim süreci hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Sadece Çerkes ulusunun değil, tüm Asya'nın ve özelde İslam kavimlerinin uluslaşma süreci korkunç trajediler içermektedir. Her şeyden önce Ulus düşüncesinin Avrupa'da da çok eski olmadığını belirtmek gerek. Kaldı ki bu kavram Amerika'yı keşfeden ve kendisinin dışındaki dünya ile yüzleşen Avrupa'nın, Eski Yunan ve Eski Ahit geleneği üzerine bina ettiği bir kavramdır. Doğuya ait bir kavram olmadığı için de algılanışı farklı idi. Özelde İslam toplumları etnik farklılığı bir ayrışma vesilesi olarak görmüyordu, çünkü insanlar Müslim ve gayrimüslim olarak ikiye ayrılıyordu. Avrupa'nın algıladığı manada Ulus kavramının şekillenmesi İslam toplumlarını kaçınılmaz olarak son derece hırpalamıştır. İşte içinde bulunduğumuz şu çağda Kürt ulusu şekillendirilmeye çalışılırken ne büyük acılar çekildiğini yakinen görüyoruz. Bu acıdan her birimizin payına biraz düştü. Geçmişte soy bağı birbirini sevmenin gerekçesi olmakla birlikte aynı topraklarda yaşamanın gerekçesi değildi.
Kafkasya Rusya'nın istilasıyla karşılaştığında farklı etnik gruplar iç içe yaşıyordu. Din de bu coğrafya için kavga sebebi olmamıştı o güne dek.
Bununla birlikte Nart adlı ortak bir atadan geldiklerine dair mitoloji bilgisine sahip olan Kafkas halklarını uluslaştırmak, Osmanlı İmparatorluğunun bakıyesinden Türk milletini oluşturmak kadar zor olmamalıydı. Fakat istila çok zamansız gerçekleşmiş ve Kafkas Halklarını büyük ölçüde kırmıştır. Bu kırım Kafkas halklarının uluslaşması sürecini kesin bir şekilde inkıtaa uğratmıştır.
Hal böyle iken Ruslara karşı yürütülen savaş süresince Çerkes aydınlarının bu yönde bir çabaları olduğunu da görüyoruz. Savaş süresince Dağıstan ve Abhazya arasındaki hat tek savunma cephesi olarak örgütlenmeye çalışılmıştır. Özelde Adige ve Abhazlar tüm kabileleri temsil eden bir meclis oluşturma gayreti içine girmişlerdir. O devirde olup bitenler arşivlerde unutulduğu için ileri çıkan isimlere, söylenilip dinlenenlere dair bilgilerimiz son derece sınırlı. Bu konuda yapılacak bilimsel bir çalışmanın Çerkeslerin Ruslara karşı savaşırken dünyanın içinde bulunduğu durumdan haberdar olmadıkları yönündeki kanaati tersine çevireceği düşüncesindeyim. Zira sürgünün akabinde Çerkeslerin Türk siyasetinde ve sivil hayatında ciddi bir yer edinmeleri şunu gösteriyor ki Kafkas halkları sürgünden önce ciddi bir entelektüeliteye sahiptir.
Öncelikle şunu tekraren belirtmeli ki; Çerkes halkının uluslaşma sürecini inkıtaa uğratan bizatihi Rus istilasıdır. Bu istilanın ve hassaten Sosyalist devrimin ardından Kafkas halklarının uluslaşma yolunda attıkları adımları bu sebeple Rus hakimiyetinin sayesinde kazanılmış bir başarı olarak görmüyorum. Bilakis bu dönemde olup bitenler uluslaşma yönünde değil, mikronize olma, bölünme yönünde atılmış adımlardır.
Gerek sürgünde gerek anayurtta Çerkes halkı ciddi bir asimilasyon ve dönüşüm yaşadı. Diaspora'da ulus düşüncesinin gelişmesi için yapılmış çok ciddi çalışmalar olmakla birlikte bu çalışmalar o anki Kafkasya gerçeğinden haberdar olunamadığı için gerçekçi bir zemin üzerinde gelişemedi. Adeta farazi bir ulus ve kutsal kitaplarda anlatılan cennet tasvirlerini andıran bir anayurt imajı gelişti. Sovyetlerin yıkıntısının arkasından gördük ki aradan geçen birkaç kuşağın ömrü coğrafyayı da halkın nazarındaki vatan şuurunu da, millet kavramını da değiştirip yeni bir durum ortaya koymuş. Şu anda bizler bu yeni durumu hayalimizdeki sanrının üzerine uydurmaya çalışıyoruz, buna gücümüzün yetmediği yerde de susup mevcut hali kabullenmeyi tercih ediyoruz.
Evet iki denizin arasında tek halk olur anlayışının ütopikliğini kabullenmek ve bu kabulün yüreğimizde bıraktığı acıya tahammül etmekten başka çare yok. Kuzey Kafkasya zaman içinde birbirlerinin varlığını, yokluğunu, ayrılığını, müşterekliğini ve sınırlarını kabul edip bir arada yaşamak durumundadır. Bununla birlikte hala bir üst çatının inşa edilebileceğine dair ümitvarım.
Yüzlerce yıldır sıcak savaş ve çatışma alanı olan Kuzey Kafkasya coğrafyasında yaşayan halkların asgari müştereki nedir?
Tanrı bu halkları Kafkas coğrafyasında komşu kılmış, onlar da tarih içerisinde ortak bir kültür geliştirmişlerdir. Benim okuma ve incelemelerim neticesinde hasıl olan kanaat odur ki bu halkların ataları da ortaktır. Binlerce yıldır o bölgede yaşayan Karaçayı yahut Asetin'i bir başka coğrafyaya ait kılmaya çalışmak gerçekçi olmaz. Tıpkı bugün Türkiye'de yaşayan insanların tamamının atalarını Orta Asya'ya bağlamak kadar sakat bir söylemdir bu.
Yukarıda arz ettiğim üzere ayrılıkları değil, ortaklıkları konuşmak gerek. Çeçenya'daki yara Kafkasya'nın yarasıdır. Osetya da öyle, Abhazya da, Mengrelya da öyle. Eğer Kafkas halkları bu yaralar karşısında ortak bir tedavi yöntemi geliştiremiyorsa, yahut ortak bir tavır alamıyorsa bunun sebebinin Kafkasya'nın dışında aramak gerek. Evet bir tarafta Rusya'nın tasallutu, diğer tarafta Amerika'nın planları, diğer tarafta Türkiye, Ermenistan, İran... Bu güçlerin üzerine eğildikleri bir coğrafyada yedi aşçının birlikte yaptığı bir yemeği andıran tatsız tuzsuz bir tat ortaya çıkması gayet doğaldır.
Sorunuzda bahsettiğiniz oluşumlar öncelikle şunu kabul etmelidir ki bu halklar geçmişte birlikte yaşadılar gelecekte de birlikte yaşamaktan başka çareleri yoktur. Sürgünden önce Ruslar Çerkesleri toplu olarak Afganistan'a göndermeyi planlamıştı, Çeçen savaşı yıllarında çaresiz bir kadının "Keşke memleketi Madagaskar'a taşıyabilsek" dediğini işitmiştim. Bunlar muhal çarelerdir. Gerçekçi olan ise bu hakların birbirleri ile beraber yaşayacakları şuuruyla hareket etmektir.
Kafkasyalı olmak zemini bence bir arada çalışmaya, bir arada kalmaya yeter bir zemindir. Fakat işi açmaza sokan o ki Kafkasyalıların fikir fanatiği olması çok kolay, doğruya teslim olmak şeklinde bir anlayış geliştirmek ise çok zor..
Türkiye Kafkas halklarının ve diasporasının Çeçen direnişine ve Kafkasya özgürlük mücadelesine genelde bakışlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Üzerinde saatlerce konuşulabilecek bir konu bu. Çeçen Özgürlük savaşı bizi gerçeklerle karşı karşıya getirdi. İlk kez Çeçenlerle 1990 yılında Burhan Felek'te karşılamıştım. Orada bir sürü Adiğe bu insanlarla Adiğece anlaşmaya çalışıyordu Konuklar da onları anlamıyorlardı.
Savaşın başlangıcında sadece Çerkeslerde değil Türkiye'nin tamamında nasıl bir heyecan olduğunu hatırlayınız. Her yer Çeçen bayrağı ile süslü idi. Memleketinden gelen her Çeçen karşılaştığı hüsnü kabüle şaşırıyordu. Tüm Türkiye Çeçendi o zamanlar. İstanbul tarihinin en büyük mitingi yapıldı, kalabalığın bir ucu Unkapanı'nda bir ucu Beşiktaş'ta idi, sokaklarda Çeçen bayrakları, üzerinde cihat yazan posterler...
Çeçen Mücadelesinin hem dünya Müslümanları, hem Türkiyeliler, hem diasporadaki Kafkasyalılar üzerinde sosyolojik olarak incelenmesi gereken bir etkisi oldu. Müslümanlar özgürlük mücadelesi, terör ve cihat arasındaki farkı daha belirgin bir şekilde algıladı. Türkiyeliler uzun zamandır özledikleri cinsten kahramanlıklar gösteren bu küçük Kafkas halkının etnik olarak kendilerinden olmadığını, soydaşlık ilişkisinin dünya politikası geliştirmek için yeterli olmadığını anladı. Kafkas halkları ise bu halkları birbirinden ayıran silik çizgileri kabullenmek durumunda kaldılar. Resul Hamzatov'un dediği gibi küçük halklar büyük bıçakları olan devletlerin ağabeyliğini kabullendi daha çok.
Bu da anlaşılır bir durum zira Kafkas halkları geçmişte de bıçaklarını kullanarak düşmanlarına üstünlük sağlayamadılar. Çünkü tarih boyunca çok zorlu, çok güçlü düşmanlarla karşı karşıya idiler.
Bizim değerlendirmelerimiz dini yahut hissi dinamiklerle şekillenmiştir. Kimileri Kafkasya'da ne kadar çok Rus öldürülürse Tanrının bizden o kadar çok razı olacağını düşünüyor, kimileri ise görmedikleri, gitmedikleri ve gitmek istemedikleri ana yurtlarında tarihi bir rövanşın görülmekte olduğunu sanıyor. Gerçek öyle değil. Kafkasya'da bölgesel çatışmalar yolu ile hiç kimse bir şey kazanamaz. Kafkasya'nın ortak bir düşmana karşı tek vücut halinde cephe savaşı vermesi de mümkün değildir.
Ölen senin çocuğun olmadıkça bir savaşın taraftarı olmak güzel şey. İnsanlar bir at koşusunu izler gibi izliyorlar savaşı. Oysa savaş başka bir şey, tanıdığım onlarca insanın şehit olduğu haberini aldım, her birinin eksilmesi benim hayatımdan bir şeyleri eksiltti. Tabii ki Kafkasya'dan da çok şey eksildi. Savaş buradan görüldüğü gibi değil hasılı. Kafkasya'da cereyan eden savaşlar genel olarak Türkiyeli bir Çerkes'in birkaç yüz dolarına mal olurken o coğrafyada yaşayan insanların topyekun kaybına sebep olmaktadır. Dolayısıyla savaş buradan görüldüğü gibi değildir..
Dönüş projesine dair düşünceleriniz nelerdir? Anavatana geri dönüş Kuzey Kafkas halklarının geleceği açısından ne derece önemlidir?
Ben kitlesel bir dönüşe inanmıyorum. Bir buçuk asır önce yurdundan sürülmüş olan insanların torunlarının kitlesel dönüşü mevcut durum itibarıyle mümkün değildir. Realist değildir, bilimsel değildir.
Yok oluş ve hızlı asimilasyon karşısında Çerkeslerin geliştirdiği duygusal bir tepkidir dönüş. Duygusaldır, çünkü böylesine ciddi bir projenin temeli olabilecek sosyolojik ve ekonomik hiçbir inceleme yapılmamıştır. Bugün New York'ta yaşayan Agop adlı Ermeni'yi dedesinin memleketi olan Sivas'a, yahut Erivan'a döndürmek ne derece mümkün ise İstanbul'da yaşayan Ahmet adlı Çerkes'i beş kuşan önceki dedesinin yurdu olan Kafkasya'daki Habez'e döndürmek de o derece mümkündür.
Bu düşünce son derece romantik, son derece hissi bir yaklaşımdır.
Mümkün değildir, çünkü bir etnik grup, kendisine her hangi bir baskı olmadığı halde, can güvenliği tehlikesi baş göstermediği halde bir yerden bir başka yere kitlesel olarak taşınamaz.
Realist değildir, çünkü burada yüz elli yıldır yaşayan insanlar ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan kopmaz bağlarla bağlanmıştır yaşadıkları yerlere. Aradan geçen yüz elli yıl bizi yaşadığımız bu topraklara ait kılmıştır. Beş kuşağın mezarı vardır Anadolu köylerinde. Bir sürü hatıra, taraftarlıklar, davranış kalıpları, kültürel bağlar ve dahası akrabalık bağları vardır. Aradan geçen zaman, sürgün nesillerin anayurtları ile olan bağlarını gevşetmiş, bura ile olan bağlarını güçlendirmiştir. Kafkasya ile olan bağ, duygusal ve kültürel bir bağa indirgenmiştir. Bu insanlar anadillerini iletişim dili olarak kullanamamaktadır. Kafkasya'dakiler de bu insanları tam olarak kendilerinden görmemektedir. Türkiye'den dönüş yapana Türk, Suriye'den dönüş yapana Arap denmektedir. Anavatan'ın bu tarz bir dönüşü kaldırabilecek, hüsnü kabulle karşılayabilecek yapıya sahip olmadığını da biliyoruz.
Bilimsel değildir, çünkü tarihte böyle bir dönüşün örneği yoktur. Mevcut nüfusu tedricen de olsa aynı romantik saikle yerinden çıkartmak, bir başka yere yerleştirmek sosyolojik olarak gerekçelendirilemez. İsrail örneği bambaşka bir örnektir, Çerkeslerle örtüşemez. Çünkü İsrail toprakları Yahudiler için dinsel anlamda mukaddesti, çünkü Yahudiler farklı bir dine mensuptu, çünkü Yahudilerin yaşadıkları farklı coğrafyalarda can güvenliği yoktu, çünkü Yahudilerin dünyaya yön verecek ölçüde entelektüeliteleri vardı, çünkü Yahudiler dünya sermayesine yön verecek ölçüde zengindi.
Akli değildir, çünkü hiç kimse sahip olduğu ekonomik değerlerden, sosyal statüsünden, yaşadığı ve sevdiği kentten, akraba ve arkadaşlarından, anladığı dili konuşan insanların arasından hissi bir saikle ayrılıp daha kısıtlı ekonomik, sosyal ve kültürel imkanların olduğu, istikrar arz etmeyen bir çevreye gitmez.
Bununla birlikte anayurduna dönen insanların idealizmine saygı duyuyorum, onların idealizmi önünde eğiliyorum. Onlar son derece yürekli ve cesaretli insanlar. Her biri bir roman kahramanı olacak ölçüde zengin bir ruh dünyasına sahip. Keşke onların sayıları yüz binlerle ifade edilse.
Bireysel dönüşler sürecektir. Fakat sayıca hiçbir zaman dikkate alınır bir oran teşkil edemeyeceklerini düşünüyorum. Kitlesel bir dönüş gerçekleşemeyeceği için de dönenler anayurtta demografik, sosyal ve kültürel bir değişmeye sebep olamayacaklardır.
Birileri daha doğrusu şu aralar sadece bir kişi tarafından dayatıldığı üzere Dönüşçü olmak Çerkes olmanın zaruri şartlarından birisi değildir. Yok böyle bir anlayış... Onların arzu ettiği şekilde bir dönüş yeni sosyal problemlere sebep teşkil etmenin ötesinde bir sonuç sağlamaz. Böylesi bir platonik sevda yerine mümkün olan üzerinde anlaşılsa... Çerkes halkının yüz elli yıl önce verdiği ölüm kalım savaşından dünyanın haberi yok. Yaşanılan büyük sürgünden de... O sürgün ki Ermeni tehciri ile kıyaslanamaz ölçüde trajiktir. Bundan da dünyanın haberi yok... Örf adet hukukumuz, şövalyelik anlayışımız, kadın erkek ilişkilerimiz, çocuk yetiştirme usulümüz... Bunlar da dünyanın meçhulü. Keşke dönüş için sarfedilen gayret, Çerkes halkının varlığını, kültürünü, tarihini ve yaşadığı trajediyi dünyaya anlatmak konusunda gösterilse idi. Dünya bizden o kadar habersiz ki sesimizin ulaştığı yerdeki insanlar "siz de nereden çıktınız?" Tepkisini veriyor. Eğer kendimizi anlatabilse idik dünyaya, geçmişimizi konu eden bir film yapabilse idik, yahut birkaç edebiyat eseri ortaya koyup dünyaya okuttursa idik, oraya dönüş de anlamlı olurdu, burada kalış da...
Bölüm - III-
Ya Gürcistan... Gürcistan'ın bölgedeki yeri ve geleceğine dair neler söyleyebilirsiniz?
Şunu öncelikle belirtmek gerek ki Gürcistan tarih boyunca Kafkasya'daki en istikrarlı medeniyet bölgesi oldu. Dünyanın en karmaşık bölgesinde şu ya da bu şekilde kesintisiz bir şekilde varlığını sürdüren Gürcistan, Kafkasya'nın kalbi mesabesindedir. İslam coğrafyasının orta yerinde devlet olarak var olmak, Hıristiyan olarak varlığını sürdürmek, özgün bir alfabe, özgün bir mimari geliştirmiş olmak Gürcü halkının toplumsal dehasının kanıtıdır.
Gürcü devleti farklı dönemlerde konjonktürün gereği politikalarla ayakta kalmayı becerdi. Bizans, İran, Osmanlı, Rusya ile olan ilişkilerinde genel olarak varlığını tehlikeye atmayacak ilişkiler geliştirdi. Sosyalist dönemden sonra Gürcü siyasetinde olup bitenler Gürcülerin tarihi serüveninden haberdar olan birisi olmam sebebiyle beni çok ciddi şaşkınlığa düşürüyor.
Sürgünden sonra Kuzey Kafkasya'nın güç teşkil etmekten çıkması ve Osmanlı'nın bölgedeki etkinliğinin azalması üzerine Gürcistan farklı bir nüfuz geliştirme yoluna gitti. İran ve Osmanlı'nın güç yitirdiği bölgede Rusya'nın eli olmanın gereğini fazlası ile yerine getirdi ve bu sadakatinin karşılığını aldı. Kuzeydeki Svan, Asetin, Çeçen ve Lezgi toprakları ile güneydeki Çoruh vadisinde, Ahıska'da Gürcistan'ın lehine uygulamalar gerçekleştirildi.
Daha önceki dönemde Çoruh vadisi, hatta Otlu'ya kadar uzanan alanda Gürcü varlığı etkili idi fakat bu bölgenin kimliğinde din, etnisitenin önünde yer alıyordu. Aynı şekilde Gürcistan'ın her tarafında meskun Müslümanlar (Azeri, Terekeme, Mengrel, Laz, Hemşinli, Abhaz, Asetin, Lezgi ve sair Müslüman halklar) Hıristiyan Gürcülerle iç içe yaşıyorlardı. Tiflis'in içinde Müslüman mahalleleri, civarında Azeri köyleri vardı. İslam'ın bu bölgeye Anadolu'dan daha önce girdiğini unutmamak gerek. Bu sebeple homojen bir Kartvel varlığından bahsetmek mümkün değildi.
Öyle ki; İslam söylencelerinde Cuma günü camiye, Cumartesi günü havraya, Pazar günü kiliseye giden Gürcü krallarından bahsedilir. Şah Senem, Dede Korkut, Aşık Garip, Kerem ile Aslı gibi bir çok Türk kültür motifinin Gürcü coğrafyasıyla ilişkisi vardır, yahut doğrudan Gürcü coğrafyasına aittir.
Tıpkı Osmanlı'nın son döneminde ve Cumhuriyet kurulduktan sonra Türkiye topraklarında Ermeni tehciri ve nüfus mübadelesi ile en azından dinsel anlamda homojen bir yapı oluşturulmaya çalışıldığı gibi Gürcistan topraklarında da en azından dinsel homojenliği sağlamak yönünde bir politika sürdürüldü.
Sorunun temel kırılma noktası dinsel farklılıktı. Geri çekilen Osmanlı ile birlikte Müslüman Gürcüler Batum bölgesinden Anadolu içlerine göçtüler. 1293 Osmanlı Rus Savaşı sonrasında Ahıska, Borçka, Ahılkelek ve Tiflis içindeki Türkler, geri çekilen Osmanlı ordusu ile birlikte Anadolu'ya akarken Gürcistan ve Osmanlı arasındaki bağı da kopardılar. Bu nüfus hareketinin adının sürgün olmadığını biliyoruz.
Sosyalist dönem Gürcü topraklarında sadece Gürcülerin yaşamasını amaçlayan politikanın ivme kazandığı dönemdir. Abhazya'nın Gürcistan'a bağlanması, Osetya'nın bölünüp Gürcistan'a bırakılması sayıca küçük bu halkların uzun vadede Gürcistan içinde eritilmesini amaçlıyordu. Stalin döneminde Ahıska'da yaşayan Türklerin Asya'ya sürülmesi, Gürcistan'daki Müslüman Kürt, Hemşinli ve Lazlar'ın Asya içlerine dağıtılması bu anlayışın sonucudur. Bu politikalar neticesinde Gürcistan da Türkiye gibi tarih boyunca olmadığı ölçüde dinsel anlamda homojen oldu. Sosyalist dönem boyunca Gürcülerin tüm Sovyetleri bir arada tutan en önemli halk olmasının sebebi budur. Çıkardıkları siyaset ve sanat adamları nüfusları ile orantılandığında şaşırtacak ölçüde etkin olduklarını görüyoruz.
Gürcü topraklarının dinsel anlamda homojenleşmesinin Gürcistan'a neler kazandırdığını gördüğümüz gibi neler kaybettirdiğini de görüyoruz. Aynı şey Türkiye için de geçerli. Homojen Gürcistan, bölgede dün olduğu kadar etkin değil fakat Amerikan politikalarının etkisine son derece açık. Bir de gözlemlenen en büyük eksiklik şu ki Gürcistan bulunduğu coğrafya ile farklılaşma yoluna girmiş bulunuyor. Kuzeydeki tarihi komşuları olan Asetin ve Abhaz halkı ile kan davasına düşmesi, Ermeni nüfuzuna karşı savunmasız hale gelmesi, öz kardeşi olan Acara ve Mengrellere karşı tutumu bu farklılaşmanın tezahürü.
Esasen tarih boyunca Gürcistan denince akla Kartvel halkı gelmedi. Kartvellerle birlikte Mengrel, Acara, Svan bunlar bunlar Gürcü dehasını ve Gürcü medeniyetini oluşturan temel taşları teşkil etti. Bu çeşitlilik Gürcistan'ın en önemli zenginliği ve alamet-i farikası idi.
Devletin bir gelenek olduğunu hatırlamak gerekir öncelikle. Gürcü halkı bu geleneğe sahiptir. Mingrel halkı, Müslüman Gürcüler, Svanlar, Kistinler dün olduğu gibi yarın da Gürcistan içinde yer alacaktır. Bu halkların bağımsız siyasi yapılar oluşturmalarını beklemek gerçekçi olmaz. Bu halkların geleceği güçlü bir Gürcistan'ın var olmasına bağlıdır. Bu sebeple belki bu bağlamda sizden farklı düşünüyor ve bu halkların varlığını Gürcistan'ın varlığına bağlıyorum. Tabii ki asimilasyonist politikaları olurlamadan. Tabii ki baskıyı, dönüştürmeyi olurlamadan... Güçlü bir Gürcistan, kuzey komşuları olan Çerkesler, Abhazlar, Çeçenler için olduğu gibi Gürcü halkının öz kardeşleri olan Mengreller ve diğer halklar için de varlık sigortası olarak görülmelidir. Tabii ki bu anlayış Gürcistan'ın şu anki yönetiminin anlayışı ile tesis edilemez.
Günümüzde Gürcistan'ın izlediği politika tarihiyle çelişecek bir düzleme akıyor.
Bununla birlikte Gürcü halkının birikimine, dehasına olan inancımı yitirmedim. Gürcistan geçmişte olduğu gibi gelecekte de Kafkas'ın kalbi olacaktır.
Etiketler:
hulusi üstün ile demokratik açılım ve ulus bilinci üzerine bir röportaj