NART
NART

GİRİŞ
Kullanıcı Adı

Şifre





>Üye Değilim     >Şifremi Unuttum

ETİKET BULUTU

MÜZİK ÇALAR
3
12
13
4WORED1.MP3
apsuva

Nart Ajans Reklam

HABERLER / Kültür

Notice: Undefined variable: db in /home/nart/public_html/arsiv.nartajans.net/function.php on line 6

Warning: mysqli_query() expects parameter 1 to be mysqli, null given in /home/nart/public_html/arsiv.nartajans.net/function.php on line 6
ÇERKES ADİL PAŞA’NIN TAHSİLDARLIK GÜNLERİ

Anne tarafından Çerkes kökenli olan Mahmut Şenol, üçüncü romanı “Çerkes Adil Paşa’nın Tahsildarlık Günleri”nde yaşam tarzlarını çok iyi bildiği Çerkesleri okurlarına tanıtıyor. Açık Gazete yazarlarından olan Şenol ile Yazı İşleri Müdürümüz Birsen Altıner konuştu.
05-10-2011 - kez okundu

 

Anne tarafından Çerkes kökenli olan Mahmut Şenol, üçüncü romanı “Çerkes Adil Paşa’nın Tahsildarlık Günleri”nde yaşam tarzlarını çok iyi bildiği Çerkesleri okurlarına tanıtıyor. Bunu yaparken tarihi gerçeklere de sadık kalıyor. Çünkü romanın kahramanı Çerkes Paşa, 1942 yılında çıkarılan Varlık Vergisi’ni toplamak üzere görevlendirilen tahsildarlardan biri. Roman o günlerin Türkiye’sinin belgesi niteliğinde olduğu için daha da önem kazanıyor. Açık Gazete’nin yazarı ve ABD temsilcisi olan Mahmut Şenol’la Yazı İşleri Müdürümüz Birsen Altıner konuştu.

- Uzun yıllar ABD’de yaşadınız ve artık Türkiye’desiniz. Bir süre Açık Gazete’nin ABD temsilciliğini de yaptınız. Açık Gazete okurları sizi ABD’den gönderdiğiniz haberlerle ve köşe yazılarınızla tanıdı. Üslubunuzdaki samimiyet yazılarınızı zevkle okuttu bize. Köşe yazılarınızda sizinle ilgili ipuçları da vardı. Açık Gazete’de yayınlanan ilk köşe yazınızda şöyle yazmıştınız:

“İnternetteki bir gazeteye yazı yazma düşüncesini aklıma, severek okuduğum yazılarını Meksika’dan size ulaştıran, arkadaşım Zeynep BELL soktu. Açıkcası, 40 yıl düşünsem aklıma gelmeyecekti! Zaten bugün düşünmeye koyulsam, 40 yıl geçince ben 87 yaşında olacağımdan, bilmem ki o vakit hâlâ yazma isteğim kalır mıydı? Zeynep’le, BirGün Gazetesi’nde 8.ci sayfa komşusuyuz; Ben son üç yıldır, İstanbul’daki gazetelere Indiana Eyaleti’nden “ABD’nin taşrası - midwest”e ilişkin haberler, yorumlar göndermekteyim; burada geçen 10 yıllık yaşamımızın birikim ve gözlemleriyle... Bir de, Cumhuriyet’te pazarları görünüyorum. Aslında gazeteciliğim 1976’ya kadar uzanır. Cumhuriyet’te 7 yıl süreyle muhabirlik yaptım, hâlâ da ilintim, her iki gazeteyle sürüyordu. Zeynep, BirGün’deki komşuluk ilişkimizden memnun kalmış olmalı ki, beni “Açık Gazete”nin Yayın Yönetmeni Faruk Eskioğlu’na salık verdi. “Komşu komşunun külüne muhtaçtır”, denilse de, bizim muhtaç olmaklığımız haber üzerinedir... Haber yazmayı ve izleyip okumayı, aynı zamanda, kurgusal edebiyat için zorunlu görenlerdenim. O yüzden de, gazeteler çevremden hiç eksik olmuyor.”

Aslında bu paragraf sizi anlatıyor. Geçmişinizdeki gazetecilik deneyiminizi halen sürdüğünüzü, çünkü bir yazar olarak kurgusal edebiyat için haber yazmayı ve izleyip, okumayı gerekli görüyorsunuz. Gazeteciliğinizin edebiyatçı kişiliğinizin oluşmasında etkisi oldu mu?

- Yazıya dökülen her şey gün geliyor belge oluyor; bir kez daha anlaşıldı... Hafıza-ı beşer nisyân ile malüldür, arşiv ise asla unutmaz! Artık herkesin arşivi microsoft'ta bulunuyor. Benim Açık Gazete'deki ilk yazımda, kendimi tanıtan satırlarım, bakıyorum da  belge yerine geçebiliyor. Elbette, bunu cımbızla oradan çıkartmak ustalığı da var, işin ucunda. Bu nedenle teşekkür ederim, size... Böylelikle, bir bakıma, edebiyat türü olarak başta gelen roman sanatındaki benim tavrımı, romana bakış ve yaklaşım yollarımı kısaca vurgulamış oldunuz. 
Çok doğru!

Ben romana başlarken, tıpkı muhabirlik yaptığım dönemde olduğu gibi, Cumhuriyet gazetesi yazı işlerinden bir koşu habere gider gibi duyumsuyorum kendimi... Abartı değil bu, gerçektir.

Alalım Çerkes Paşa romanını, diyelim ki, bana gazetede bir görev verselerdi, “Git, bak! Şu Biga ovasında bir tahsildar peyda olmuş, kendisini paşa ilan edecek kadar ileri gitmiş, Robin Hood gibi halka adil davranıyor, Giyom Tell gibi birisi, peh peh Köroğlu olsa bu kadar olur diyorlar, Karagöz Hacivat türünden bir de yanına onbaşı almış, Don Kişot'la Sancho hâllerindeler, onları gören Robinson Crouse ile Cuma'yı gördüm sanıyormuş, vesaire vesaire... Git, şunları bul, atlatma bir röportaj çıkart bundan” diye...

İşte ben bunu yapmaya gider gibi romana koyuluyorum. Roman en iyi hikâye etme sanatıdır. Gazetecilik de başkalarının yaşamlarını hikâye eder, eh o hâlde, gazetecilik edebiyatçı için bir izlek yoludur. Ben bu yola saptım. Haberi hikâye etme sanatının ucunu bırakmadım, kısa, öz cümleler, kafa karıştıran değil, anlaşılır olmaya çalışan bir metin benim içinde olmak istediğim türdür. Hiçbir zaman roman yazımında kelimeleri çarpıştırıp onlardan şiirsel cümleler edinmeye çalışmadım, çünkü hikâye çıkmazdı bundan... Laf, lakırdı salatası olurdu. Üstelik böyle salatanın zeytinyağı bayat, tuzu taşlı, limonu bozuk, sirkesi kekremiştir, kısa sürede çöpe gider, kalıcı olmaz. Ortalıkta dolaşan son dönem romanlarına bakınıyorum da – Burada kimseye laf sokuşturmak çabasında değilim, herkesin romanı kendine, ama – şöyle satırlar okura sunuluyor, roman adına: “Yağmurun çamuru kalbime yağdı!” Hoppalaa.. Sanırım demek istiyor ki, kalbime eziyet verdiniz, falan... Yahut, “Rüyalarımı öptüm onlara iyi geceler diledim!” Böyle bir şey olabilir mi? Bunun hikâye tarafı yoktur... Şiir yazmaya hevesli, özet cümleler bulup bunlardan aforizma yaratma sevdasında dolaşan, çoğu da birikimsiz yazarların elinde roman sanatı, artık hikâye peşine düşmüş edebiyat metinleri değil, tersine uzun şiir gibi bir sıkıcılıkta beliriyor. Ne yazık ki, bunlara meraklısı da çıkıyor. Hele bir de başlığına, kulağa hoş gelen bir hanım ismi koydunuz mu, kısa sürede 3, 5 baskı yapması hiçten oluyor. Kısaca demem şudur ki, benim kurgusal roman çalışmasında izlediğim yol gazetecilikten farklı değildir. Siz de bunu hem fark etmiş,  hem de üstelik belgelemişsiniz, benim kendi sözlerimle...

- Papirüs Yayınlarından çıkan “Çerkes Adil Paşa’nın Tahsildarlık Günleri” üçüncü romanınız. İlk romanınız "Phaselis Adağı"ydı. İkincisi ise "Bay Konsolos". Son romanınız hakkında konuşmaya başlamadan önce ilk iki romanınızı kısaca tanıtır mısınız bize?

- Büyük bir memnuniyetle, umarım bıktırmadan kısaca derleyip toparlarım tanıtım işini. Benim ilk iki romanım Altın Kitaplar'dan çıktı. İlki Phaselis Adağı'dır. Hacimli bir çalışmaydı.Yazma süresi 2 yılı aştı, ne ki üzerinde belge toplayıp incelemek, araştırmak için 3 yıl harcadım. Elliden fazla Latince eserin İngilizcedeki çevirileriyle didişdim durdum. Sonunca panoramik bir roman çıktı. Roma İmparatorluğu'nun Vespasianus döneminde, en güçlü olduğu – askeri, siyasi, ekonomik, kısaca her bakımdan – zamanlarında geçen bir hikâyeden yola çıkılıyor orada...

Antalya'nın antik kentlerinden, - Antalya da, Atalia adıyla, zaten antik değil midir? - Faselis'de başlayan hikâyede kahramanımız, Menelaus, bir gezgin olarak tüm Akdeniz'i dolaşıyor, yani  Mare Nostrum'u... Diğer deyişle, tüm Roma'yı...Onun gözlemlerinden Roma'yı öğreniyor okurumuz. Bir aşk hikâyesiyle karman çorman olan aklını zor kurtarıyor bu arada...  Başına gelmedik kalmıyor zavallının, ne ki talihi hep yanındadır onun. Niye Faselis'i- Phaselis'i bırakıp yola çıktığı ise çarpıcı bir hikâyedir, roman başında okuruz. Faselis'i Toroslardan gelen arılar basmış, o zamanlar 50 bin civarında olan kentin halkını sokarak öldürmüşlerdir, sandallarla denize açılıp kaçanları canlarını zor kurtarmışlardır. Burası gerçektir!  Burayı ben romana Ailius adında bir Latin yazarın kitabından bulup hikâye ettim. Ailius'a bakılırsa, MS 80 yılında Toros arıları saldırmıştır kente.. O arılar bugün de var... Toroslarda vızıldayıp dururlar, tehlikelidirler. Phaselis Adağı Roma dönemini Anadolu topraklarında başlayarak sonlandıran, Türk edebiyatında ilk çalışmadır, denilebilir. Elbette başka yapıtlar da var, hatta Phaselis adıyla başlıkları olan kimi macera kitaplarına da rast geldim...

Bay Konsolos, benim panoramik çalışmamdan sonra, artık insana yoğunlaşabileceğim bir dönemin başlangıç yapıtıydı. Bu çalışmayı yaparken insanın evrensel aldanışı, yanlış anlaması, aktarması, bilerek kendisini başkası yerinde görmesi gibi insana ilişkin sorunları öne almak istemiştim. Öyle bir karakter olmalıydı ki kendi yaşamsal yanlışlıklarına başkalarını da kolayca dahil edebilme yetisinde olsun, böylece ortaya hoş-süprizlerle dolu bir hayat hikâyesi çıkabilsin... Bay Konsolos bu arayışın adamıdır. Ülkesi Tangerina'nın işgalci bir devlet tarafından ele geçirilip mülga sayılmasından beri, daha önce atanmış olduğu konuk bir ülkede konsolosluk görevini, bu gelişmelerden habersizce sürdüren biridir. Böyle bir şey olur mu, demeyin. Eğer konsolos beyin 40 yıl boyunca bulunduğu, hiç ayrılmadığı, artık hemşehri sıfatını aldığı kasabadaki konsoloshanede, üstelik onun bu hayaline uyan bir hizmetçisi Madam Tilda ile kâtibi Bay George ve şoförü Yusuf – ama ona Joseph derler-  varsa, bütün bunlar olur. Dahası kasaba halkı da bu üstü örtülü gerçeğin, artık Tangerina diye bir yerin coğrafyada bulunmadığı gerçeğinin bilerek farkında olmazsa, neden olmasın?...

Bay Konsolos için şunu eklemeliyim: Ona söz geçirtip yaşatamadığım kimi hikâyeleri hep Çerkes Âdil Paşa üstlenmiştir. Asla birbirinin devamı olan romanlar, hatta nehir roman bile değildirler, ama aralarında bir yanılgıya düşme ortak paydası bulunur.

- “Çerkes Adil Paşa’nın Tahsildarlık Günleri”nde 1942 yılında çıkarılmış Varlık Vergisi için gezici tahsildarlık görevini üstlenen Çerkes Adil Efendi’yi ve ona eşlik eden onbaşı Beşir Yaman karakterinin başından geçenleri anlatırken bir anlamda Varlık Vergisi gibi Cumhuriyet tarihinin en çok tartışılan yasalarından birini sorguluyorsunuz. Her ne kadar varlık vergisi kanununun resmi gerekçesi "olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek karlılığı vergilemek" olarak açıklansa da; bu kanunun gerçek amacının ekonomik anlamda Türk piyasasına egemen olan yabancıları ortadan kaldırmayı amaçladığı kabul edilmiştir. O günleri yaşamasak da biliyoruz, Varlık Vergisi kanunuyla beraber servet tespit komisyonları kuruldu ve kimin ne kadar vergi ödeyeceği kararlaştırıldı. 15 gün içinde vergiyi ödeyemeyenlerin malları haczedildi ve mükelleflerin borçlarını bedenen çalışarak ödemelerine karar verildi. Bu amaçla Aşkale’de kurulan çalışma kamplarına binlerce kişi gönderildi. Bunlardan bir kısmının Eskişehir Sivrihisar'a nakledildiğini de biliyoruz. Cumhuriyet tarihine sürülmüş bir leke olarak kabul edilen Varlık Vergisi konusunu neden seçtiniz?

- Varlık Vergisi'ni, özellikle buna, kendisine ilişkin özel ya da üstü örtülü bir mesaj vermek için seçmiş değilim. Sonuç olarak, her ne kadar o dönemin koşullarına göre, yanlış ya da doğru, eksik ya da hatalı çıkarılmış bir yasa ise de kolayca toplumda ayrı gayrılık yaratabilecek bir yasaydı. Bu yönüyle insani değildi, haksızlığa fazlasıyla yatkın bir yasaydı. Gerçi yasayı denetleyen başka yasalar, tüzük ve hukuk kuralları da vardı, ama, ne ki, 2.Dünya Savaşı gibi bir canavarla boğuşan insanlık, o dönemde daha başka nice acılar çekiyordu ve Türkiye'de huzur içinde yaşamanın bir bedeli gibi sunuldu, bu yasa.. Bu ve buna benzer, çok yanlı, çok katmanlı bir dolu şey aktarılabilir Varlık Vergisi için... Ben romanda Varlık Vergisini bir tür tiyatro dekoru gibi ele aldım, arka plandı benim için, o zeminde yürüyecekti Adil Üsküdarlı, sonradan nam-ı diğer Çerkes Paşa...

Bununla beraber Varlık Vergisi yıllarını romana zemin yapmakta bir kolaylığım da olmuştu. Hem benim anne dedem, hem babam, o yıllarda farklı farklı yerlerde, vergi tahsildarlığı işine kalkışmış bulunuyorlardı. Bana onlardan kalmış bir dolu ufak tefek hikâyeler, kimi yer ve zaman anektodları, hatta fıkraları vardı. Bunları ziyan edemezdim. Romanda kullanmaya başlayınca Varlık Vergisi dönemi ele alındı, kaçınılmaz olarak. Ne ki henüz bu kitabımla tanışmamış okuru aldatmamalıyız, romanda bir bütün olarak, tam anlamıyla Varlık Vergisi tartışması yapılmamaktadır. Kitabım bir iktisat ve maliye tarihi romanı değildi, ama, yeri geldikçe Çerkes Âdil Paşa bu vergiyi ele aldı, değerlendirdi, tartıştı. Sonunda gönül iştiyakiyle uğrunda yola çıktığı Varlık Vergisi'nin kendisi de bir kurbanı olana kadar bu türden sorgulamaları devam etti, gitti...

-Varlık Vergisi kanunu bir anlamda Türkleştirme hareketi olarak kabul edilebilir. Çünkü vergiyi ödeyemeyen gayrimüslimler evlerini - işyerlerini satmak zorunda kaldı ve büyük bir kısmı da göç etti. Türk kimliğinin dayatıldığı hamledir bu vergi. Buna karşın kitapta, vergi toplamakla görevlendirilen Adil Efendi ile yanına koruma olarak verilen Beşir onbaşı arasında güzel bir diyalog geçiyor. Sonradan kendini Paşa ilan eden Adil Efendi, onbaşı Beşir’e etnik kimliğini soruyor. “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım” cevabıyla yetinmiyor ve “Canım… Hatay da, Siirt de, Urfa da bizimdir. Orda Arap vatandaşlarımız vardır. Arap olmak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmaya engel değildir. Çingene de devletimizin vatandaşıdır, ama Çingenedir. Bak ben mesela Çerkesim” cevabını veriyor. Onbaşının “Paşam, afedersiniz ama, ben Yezidilerdenim” demesi aslında çok kültürlü bir toplum olmanın zenginliğini gösteren bir vurgu. Bugün hala bu noktayı aşabilmiş değiliz. Halen etnik kimlik en büyük sorunumuz. Kitapta Varlık Vergisini tahsil etmek için görevlendirilen iki kahramanınızın birini Çerkeslerden, birini de Yezidilerden seçmek önemli bir ayrıntı. Biri Müslüman, diğeri ise gayrimüslim. Varlık vergisinde hedef alınan kitle ise Türkiye Cumhuriyetinin gayrimüslim  vatandaşları. Ne büyük bir çelişki değil mi?

- Tamamen katılıyorum bu tespite... Çelişki komediyi yaratıyor! Romana iki karşıt karakteri yol arkadaşı olarak yerleştirirken, onların farklı din ve etnik kökenlerden olmasına dikkat ettim. Resmi idare, elbette vergi toplama işini, herhalde, örneğin bir Ermeni vatandaşımıza, ya da Yahudi kardeşimize vermezdi; mutlaka Müslüman yurttaşlardan biri tercih edilecekti. Gerçi bu yönde bir anayasal engel yoktur, o zamanki yasalarımızda da, ancak beklenen sünni bir Türk vatandaşının bu görevi almasıdır. Bu vatandaşımız Âdil Üsküdarlı'dır, Çerkes Paşa'dır...

Romanın satirik komedisi için öteki karakterin bir bakıma ekaliyetten, azınlıklardan olmasını uıygun bulmuştum. Neyse ki şükürler olsun, Ordumuzda dinsel-etnik ayrım yapılmıyordu, bir Yezidi onbaşıyı bulmak o yüzden zor olmadı.

- Ayrıca ben kahramanınızı Çerkeslerden seçmenizin başka nedenleri olup olmadığınız da soracağım.

- Sormazsanız, zaten çok “haynape” olurdu. Roman girişinde de okurun bulacağı gibi, bana kalırsa Çerkeslerin dilinde en çok kullanılan sözcük haynape'dir, Türkçesiyle basit olarak “ayıp” diye çevirebiliriz. Diyeceğim şuna isabet ediyor: Sormanızı bekliyordum, sormasaydınız çok haynape olurdu, ben de kırılırdım. Bu sözcüğü nerden bildiğimi merak ediyorsanız, söyleyeyim: Ben de anne tarafımdan Çerkes kökenliyim, baba yanım Ahıska Türklerine kadar uzanır. Çerkesler arasında ilk duyduğum sözcük buydu. Romana Çerkesleri konuk almamın nedeni, yaşam tarzlarını pek iyi bildiğim içindir.

- Kitabı okurken Don Kişot ve Sancho Panza’nın havasını hissetmemizin nedeni acaba arka kapaktaki yazı mı, yoksa kitabın başlarında Adil Efendi’nin Cervantes’in bu dünyaca ünlü eserine gönderme yapması mı hala anlayabilmiş değilim. Ama gerçek olan şu ki, Adil Efendi ile onbaşı Beşir’in maceraları Don Kişot ile Sancho Panza’yı anımsatıyor bize. Bilinçli bir seçim mi bu? Yine kitabın başlarında tarihte vergi tahsildarlığı yapan ünlüler anlatılıyor Adil Efendinin ağzından. Bunların başında Cervantes var. Adil Efendinin Don Kişotluğa özenmesinin altında Cervantes’e olan hayranlığı da olabilir diye düşünüyorum. Yanılıyor muyum?

- Bu gözleminiz de doğru. Romanımı demek ki ince eleyip sık dokuyarak okumuş olmalısınız, diye seviniyorum şimdi...

Romanımı hikâyeye kalkışınca, kahramanlarımın tümünde farklı farklı, türlü biçimlerde gözlenen, anlaşılan, kavranan Quixotic-DonKişotvâri tavırların Cervantes'in ünlü yapıtına benzetilmesi kaygısını sık sık içimde duydum. Sonradan, boşverdim bunu... Üzerimde böyle bir baskıyla işimi tamamlayamazdım. Nihayetinde bir roman yazıyordum, bu kadar helâk-u perişan olmaya değer miydi, yahu, dedim... Benzetilse, bundan ne çıkardı? Çıksa çıksa iyi bir roman çıkardı, değil midir ki romanın babası Cervantes'ten sonra bir daha o çapta bir eser yazılamamış, yazılanların tümü orasından burasından bir tür şövalye kitabı olmuştur, varsın Çerkes Paşa da Don Kişot olsun, diye düşündüm. Ne ki, burada okuru aydınlatmak vazifesi bir kez de bana düşüyor: Çerkes Âdil Paşa romanı katiyetle Don Kişot benzeri, kopyası ya da ondan esinlenmiş bir hikâye değildir. Lafı şuraya isabet ettirmeye çalışıyorum: Bu bilinçli seçimim sırasında  Cervantes'in yaşamında bir vergi tahsildarlığı dönemi olduğundan Çerkes Paşa'nın ona öykünmesi dikkate değer bir nokta oldu. Ayrıca benim yapıtımda Don Kişot'un romantik-kırılgan- yanılmaya elverişli- hatta budalaca- hatta âşıkâne tavırlarını roman karakterinin kendinde görmesiyle ilintili bir ruh analizim vardır.

- Biraz da sizden konuşalım. Açıkçası ben sizin Arkitera’daki yazılarınızı okuyunca mimar olduğunuzu düşünmüştüm. Öğreniyorum ki, edebiyat fakültesinde okurken gazeteciliğe başlamışsınız ve ABD’de de Purdue Üniversitesinde siyaset ve felsefesi dersleri görmüşsünüz. Romanlarınızı okuyanlar da sizin tarih eğitimi aldığınızı düşünebilir. Tarihe olan ilginiz nerden kaynaklanıyor?

- Moliere komedisine benziyor her şey, hakkımızdaki tüm bilinenler... Belki sizin için de benzer değerlendirmeler vardır da henüz yeri, zamanı gelmediğinden siz bilmiyorsunuzdur. Mesela sizi İletişim Fakültesinde öğretim üyesi olarak değil de, ne bileyim, diyelim ki manken olarak biliyorlardır. Ben sizle, ilk önceleri, Açık Gazete'nin bilgisunar-internet sitesindeki fotoğraflarınızdan tanışıyorum, mesela benim o fotoğraflarda gördüğüm hanımefendi olsa olsa manken olabilirdi.

Aslına bakarsanız, bütün bunlar bir anlamda benim karakterlerimin kaderine benziyor, yanlış anlaşılmak, bundan da hınzırca bir zevk duymak...

Demek, Arkitera’daki yazılarım nedeniyle de mimarlığıma hükmedilebiliyor. Ben bir yazı yazma budalası olduğumdan, Arkitera dergisindeki dost kardeşlerimizin katkı ricasıyla, salt bu nedenle oraya yazıyordum oysa... Hayatımda çivi çakmışlığım yoktur, mimarlık nerde... 
Arkitera mimarlık dergisi yanı sıra, diyelim ki, Şoförler Derneği dergisine yazsam Kadıköy-Bostancı arasında çalışan şoför, Tabibler Odası dergisinde yazım çıksa asabiyeci mütehassıs doktor sayılmam işten değildir.

Bu yanlışlıklar dünyasında mezun olduğum okul diye ortalığa Edebiyat Fakültesi adını atan da Milliyet gazetesindeki bir söyleşide imzası bulunan sevgili gazeteci dostumuz Yaprak Aras olmuştur. Onun Bay Konsolos için yapmış olduğu söyleşide bir yanlış anlaşılmayla, öyle kayıt altına alındım.

Ben İktisat Fakültesi mezunuyum, gazeteciliğe de üniversiteye adım attığım gün, kulağımdan tuttuğu gibi beni Cumhuriyet'te Çetin Özbayrak, Bülent Dikmener, Orhan Erinç gibi ağbilerin eline teslim eden Özer Oral ile Oktay Kurtböke'ydi. İlk çıktığım habere ustalık yapan da Deniz Som oldu. O gün bir kanalizasyon haberine gitmiştik birlikte...

ABD'de Purdue Universitesi'nde bir doktora hevesi duyup kolları sıvamıştım, bundan yıllar öncesiydi, ne ki araya haber yazmak, roman üretmek, hikâye anlatmak hevesi karışınca bütün bütün bıraktım sonrasında... Ama bu arada, iyi ki, bir dolu seçmeli ders almış oldum. Bu dersler arasında beni tekrar yüzeye çıkaran can simidi Jose Gasset y Ortega'nın üzerine kurulmuş bulunan siyaset felsefesi dersleriydi. Tarihle ilgim yine aynı dönemlere, hatta “Hayat Tarih Mecmuası” yıllarına dayanıyor.

Oldum olası, tarih, beni birisinin kilitli çekmecesini karıştırıyormuş merakında bırakırdı. Zaten “Phaselis Adağı” da öyle ortaya çıktı.

-ABD’de neler yaptınız? ABD deneyimi size ve yazarlığınıza neler kazandırdı?

- ABD'de neler yapmadım ki? Boya badana yapar mışım meğer, orda farkına vardım. Taksi şoförlüğü, garsonluk, tamircilik, bahçe biçme işleri, kablo fabrikasında elektrikçilik, gazete dağıtıcılığı daha neler neler... Bunlara inanabiliyor musunuz? Her ABD'ye göç amaçlı gidenin başına gelen şeylerdir. Bunlar arasında bana en çok dokunanı neydi, tahmin edin... Gazete dağıtıcılığı olmuştur. Purdue Üniversitesi'nin bulunduğu kentin yerel gazetesi “The Journal&Coruier”i sabahın köründe daha ortalıkta çöpçüler yokken ben kapı kapı dolaşıp dağıtıyordum. İçimden bir ağlamak hırsı geliyordu, ülkemde Cumhuriyet gazetesi gibi bir yayın organında sen gazeteci ol, sonra kalk gel, burada, Amerika taşrasında kapılara gazete fırlat, posta kutularına sokuştur, olacak şey miydi? Ama insan buna da alışıyor. Mecburiyet başka şeydir. Sonradan “CBS” Televizyonunun  Indiana Eyaleti’nde antene çıkan yayınını üstlenmiş bir yerel TV kanalında, üstelik de haber dairesinde iş bulunca, biraz ruhumdaki fırtına yatıştı. Orada TV haberlerini hazırlayan ekip içinde önce teknik eleman olarak iş bulabildim, sonra haber video-kamera-ses işlerine geçtim. O sırada ilanlarını takip ettiğim Amerika'nın Sesi Radyosu'nda, “VOA”da bir radyo gazeteciliği işi vardı, hemen başvuruda bulundum. Derken, açılan sınava girdim, aferin bana onu da kazandım, sesli sözlü, yazılı çevirili bir sınavdı... Tam dosyama VOA'dan yanıt beklediğim sıra, ki iş kabulü alsaydım Washington D.C'ye taşınacaktık, benim bulunmak istediğim yerdir orası, Bush yönetiminin kamu kadrolarındaki kısıtlama kararları açıklandı. VOA bir tür TRT gibi çalışır, kamu kuruluşudur. Benim başvurum da VOA'da askıya alındı. O hayal kırıklığı ile bir süre bir şeye el uzatamadım, derken, kitaplar, Türkiye'ye geri dönüş, vesaireyle zaman geçti.

Amerika deneyimleri başlı başına bir konudur, orasından burasından azıcık aktarırsam yazık olur diye kıyamadığım bir yığın şey var orada yaşadığım, gördüğüm, gözlediğim. Bir yakın zamanda kitaba dökmeyi de istiyorum onları... Bu çok boyutlu açıklamalara girişmeden, sizin de sorduğunuz gibi, salt o ülkenin bana verdiği yazarlık deneyimlerinden söz etmeliyim.
Bir kere her şeyden evvel bir büyük kitap buzdağıyla karşılaştım orda... Bizim bilmediğimiz bir edebiyat, hikâye etme ustaları vardı. Bize çok-satan cinsi kitaplarını çevirdiklerinden, biz Amerikan edebiyatı epi topu bu kadardır, diyorduk. Buzdağının altı çok büyükmüş, gidince anladım, yararlandım da bundan...

İkincisi, galiba en önemlisi de, Amerikan edebiyatında storytelling- hikâye etme sanatı önde gelir. Şiir ayrı bir söz söyleme sanatıdır, bir şeyi hikâye etmesi ondan istenmez. O yüzden elinize bir roman aldınız mı, orda,  “Rüzgârın yatağında uyurken bir atlı geçti, sensiz mavi yok diye bana menekşe mavisi verdi,” türünden laf ebeliklerine karıntokluğu bulursunuz. Ben bütün bunlara en iyi yanıtı, vakti zamanında, Refik Halit Karay'ın verdiğini sanıyorum; O bunlarla eskiden de alay etmişti. Şöyle der:  “Ah uzaklara gidelim, lâti lokum yiyelim, Üsküdar'a gidip, inci mercan dizelim...”

- Neden döndünüz?

- Az evvel söylediğim gibi, bir parça çalışma müsaadesi alamamış olmakla ilintili sayabilir, hatta öyle gösterebilirim. Eşimin Purdue Üniversitesi'ndeki görevi de süreliydi, bir zaman sonra sonlanacak, yenilenmesi için bir dolu evrak, işlem vesair gerekecekti; bunu da bahane ettik... Ne ki, daha önemlisi, 2006'da dünyaya ABD'de  gelen oğlumuzu, hiç değilse bir yaşa kadar anavatanında, babaocağında tutmak arzumuzdur. Buradaki aile çevresine her zaman özlem duyuyorduk, ne ki her şeyin kararı karardır, buradaki aile ilişkileri de malum... İstedik ki Ali Nâzım aile çevresinde büyüsün. Biz de biraz bunalmıştık açıkçası, ülkemizde bir şeyler yapmak arzusu birikmişti içimizde... İşte buradayız!

- Siz Açık Gazete yazılarınızda zaman zaman eşinizden söz ederdiniz? Eşiniz neler yapıyor, ABD’de neler yapıyordu?
          
 - Sinem, Purdue'de Eğitim Teknolojisi üzerinde yüksek lisansa devam ederken, aslında işletme mezunudur, kendisini üniversitenin bilgisayarla eğitim tekniklerini uygulayan bir kadronun içinde buldu. Sekiz, dokuz yılı bulan bir çalışma süresi geçirdi orada... Şimdi Kadir Has Üniversitesi'nde benzer bir görevi sürdüyor. Açık Gazete'deki yazılarımda ondan söz ederdim. Bilirsiniz, yazarların kimi zaman yazılarında tuğla harcı olan, bağlayıcı eleman gibi karakterlere gereksinimi olur. Ben sıkça buna gerek duyuyorum. Açık Gazete yazıları, haberleri birer Amerikan  hayat hikâyeleri olduğuna göre, kaçınılmaz olarak Sinem'i onların içinde parmağıma doladım. Kızı yerden  yere vuruyordum da bana mısın demiyordu! Allahtan geniş, rahat bir kızdır, başkası olsa 2. Asliye Hukuk Mahkemesi'nde soluğu alırdı. O biraz mizah yükü olan satırlarıma kızmak bir yana, hatta heccavlığımı yüreklendirdi bile...

- Son olarak oğlunuz nasıl, büyümüştür sanırım…

- Kestane fişeği gibi bir şey oldu... Evimiz 170 metrekareye oturan bir dairedir; Ali Nâzım onun içinde ateş almış maytap gibi dolaşıyor. Düşünüyorum da onun beden boyutlarına göre kıyaslanırsa, normal erişkinliğinde bir insanın böyle 24 saat 170m2'yi turlaması imkansızdır. Ne enerji yarabbim... Oğlan 2 yaşında şimdi, bana 4.kitabımı yazdırtmıyor, kapıya dayanıp yazı odama tecavüz ediyor, kucağa tırmanıyor, beraberce masa karıştırıyoruz, daha doğrusu o karıştırıyor, ben topluyorum. Hele ben gibi titiz biri için, ah aman of!

FOTOĞRAF (Ender Erkek çekti): Mahmut Şenol

Etiketler:
çerkes adil paşa birsen altıner mahmut şenol roman kitap varlık vergisi

YORUMLAR
Yorum yapmak için giriş yapın...

MIZAGE DERGİ YÖNETİCİLERİ KAYSERİ'DE
KARAÇAY-BALKAR KÜLTÜR VE YARDIMLAŞMA DERNEĞİ 13. GENEL KURULU.
AYŞE & HAKAN EKER GELİN ALMA
ÇAĞDAŞ SANATLAR MÜZESİ'NDE MIZIKA DİNLETİSİ
ESKİŞEHİR KUZEY KAFKAS KÜLTÜR VE DAYANIŞMA DERNEĞİ CİHAN ERTOK İLE DEVAM DEDİ
ESKİŞEHİR KUZEY KAFKAS KÜLTÜR VE DAYANIŞMA DERNEĞİ GENEL KURULUNU YAPTI.
KAFKASYA UÇUŞLARI BAŞLADI
ARDA ARGUN'A LEON NİŞANI
ADİGE MİLLİ KIYAFET GÜNÜ KUTLANDI
KAFDAV YAYINCILIK ESKİŞEHİR KİTAP FUARINDA
/ 599>

EN ÇOK OKUNANLAR
Kayıtlı başka haber bulunmamaktadır