1 kez okundu
Göl Yeşilinde Bir Kahve Molası
Göl yeşili gözlerine rengini verdi nenemin Çaybaşı' ndaki yaşlı ceviz ağacı...
Sincapların kaşla göz arasında yaptıkları sevimli hırsızlıklara, yamaçlardaki bodur çalı diplerinin toprak altları ve henüz büyümekte olan ceviz fideleri şahittir!
Nenemin gözlerinin yeşili, sincapların söğüşleyip gömdükleri ceviz kabuklarının tetrine dönerdi zaman zaman...
Yine de severdi sincapları... Görmezdi hırsızlıklarını, yaramazlıklarını...
O, çalışmayı severdi! ..
Elindeki kazmayı savururken toprağa; dövercesine değil severcesine dokundururdu...
Nenem yaşatmayı daha çok severdi!
Elleriyle pişirip sunarken özel fincanıyla ellerine buram buram Yemen kokulu kahvesini dedemin; biricik aşkının o kahve bakışlarındaki telvesini görme hakkı bile yoktu nenemin...
Nenem yaşamayı seviyordu, yaşatmayı seviyordu...
Ve dedemi taparcasına seviyordu lâkin bakışlarına vurulan prangayı açma şansını, sırf kadın olduğu için daha doğar doğmaz kaybetmemiş miydi? ..
İncecik vücudundan yayılan o inanılmaz enerjinin sıcaklığı ve yine, kalbinden yüzüne yansıyan aşkının, gözlerine kadar ulaşıp da gözlerinden, pırıl pırıl bir ışık halesinin; dedemin önce yüreğine –asla gözlerine değil-, oradan beynindeki bir labirente tutsak olup; dedeme, “ bu kadın bende ne bulur anlamıyorum? ! . “ dedirttiğine yürekten inandığım “aşkının bilmem hangi hali†ile hemhâlini görüyordum nenemde...
Sarılmak istiyordum...
Boynuna sarılmak ve sinesinde yapışıp kalmak! ...
Nenemi daha mı çok seviyordum ne? ..
..................................................
Ya dedem? ..
O umursuz lâkin hiç eksik etmediği mûzip bakışlarını; görmese bile hissettiğini mutlaka biliyordu nenemin...
Yaşlı bir ceviz ve yaşlı bir dut ağacının duldasındaki “padişah sofrası†na sabah namazı vakti oturur, sadece vakit namazları için kalkar, akşama kadar kahvesini yudumlayıp, gümüş tabakasından çıkardığı altın sarısı, ince kıyılmış Bitlis tütünü' nü itina ile sararak içer ve akşam gün batarken ağır ağır, yamaçtaki bağın hemen üzerindeki kalın duvarlı taş köşküne doğru yürürdü...
Ha! .. Arada bir bahçenin suyunu çevirirdi; neneme yardım olsun diye sanırım
Dedim ya! .. Dedem nenemi çok sever! ..
Dedemin dizlerinin dibinde oturmak bir ayrıcalıktı ve ben, o sıcacık ve sevecen “diz dibi†ne çok meftundum...
-Unutabilir miyim hiç; bakır, lâkin pırıl pırıl kalaylı bir tasla su içerken, bir elimi de başıma koymam gerektiğini vurgulayıp, uygulayarak öğrettiğini? ! .-
Hele bir de beni dizlerine oturtarak anlattığı “Yemen Harbi†hatıralarını pür dikkat kesilerek dinlemem vardı ki...
Hâlâ içim sızlar ve hüzün, artan bir yoğunlukla süzülerek iner gelir; oturuverir boğazımda bir yerlere de, oracıkta düğümlenir kalır....
Arapların yaptıkları vahşetlere tanık bir eski askerin, anlatırken nasıl uzaklara dalıp gittiğini, korkunun ve nefretin, gözlerinden belirsiz bir noktaya doğru giderken, nasıl gözlerime doğru yönelip, ruhumun derinliklerine kadar inerek, içimde onlara karşı bir öfke birikimine yol açtığını eklememe gerek var mı? ..
Dedemi de çok seviyorum... Hattâ nenem kadar belki! ...
..................................................
Nenemin gözlerindeki gölün kıyısında küçük bir kahve molası verdim dedemin dizlerinin dibinde...
Sonra dedemi ve nenemi, gözlerimdeki gölün kıyısında konuk ettim...
Odun ateşinde pişirdiğim kahveyi önce neneme ikram etmek istedim göz ucumla dedemi yoklayarak...
Nenem cezveyi kapıverdi elimden! ..
Dedemin özel fincanına döküp kahveyi, elleriyle sundu dedemin kahve bakışlarındaki telveyi göremeden yine, ellerine....
Dedem ilk kez umursadı... (Öyle yakıştılar ki! ..)
Sahi! Öfke mi dediniz? ....
Hiç tanımıyorum? ! .
(Aradan geçen o çok uzun yıllar, sizi unutmam için bir neden olabilir mi Ayşe nenem? ... Ya sen Mehmet dedeciğim? ... Çok özlüyorum sizleri... Sevgili babacığımla birlikte olduğunuzu biliyorum ve babama gıpta ediyorum... Size de elbette! .. Ha! .. Aklıma takılıverdi işte! .. Acaba babam mı şanslı yoksa ben mi şanssızım bu kadar? ... Tanrı' nın rahmeti üzerinize olsun!)
27.06.2005 / Ankara
Ahmet Turan Altunsu